13 Kasım 2013 Çarşamba

2008 yılı itibarıyla Dernek Üyeleri:

DEMOKRATLAR KULÜBÜ DERNEĞİ
2008 YILI İTİBARIYLA KAYITLI ÜYE LİSTESİ
1. HALİS TOKDEMİR, 2. EROL AKÇAL, 
3. ALİ NAİLİ ERDEM, 4. MUZAFFER ÇEREZCİ, 
6. GÜNER SARISÖZEN, 7. HÜSEYİN ÇINAR, 
8. SAMİ SOYLU, 9. MEHMET TURGUT, 
10. NİLÜFER GÜRSOY, 11. AHMET İHSAN GÜRSOY, 
12. OSMAN ALİ HOCAGİL, 
13. BABÜR BENDERLİOĞLU, 14. FAHRİ BULGURLU, 
15. AHMET İHSAN KIRIMLI, 16. HÜSEYİN KURBAN, 
17. SÜLEYMAN ÇAĞLAR, 18. ALİ İHSAN GÜLEZ, 
19. BOZKURT KENAN YILMAZ, 20. ENVER TURGUT, 
21. RASİM CİNİSLİ, 22. FİLİZ ÖNDER, 
23. NURETTİN OK, 24. AHMET DEMİRYÜCE, 
25. MEMDUH YAŞA, 26. ŞABAN KARATAŞ, 
27. KEMAL CAMBAZOĞLU, 28. EKREM DİKMEN, 
29. NECATİ KALAYCIOĞLU, 
30. HİLMİ ÇELTİKÇİOĞLU, 31. MUSTA RONA, 
32. ESAT KIRATLIOĞLU, 33. HALUK KILÇIK, 
34. HÜSEYİN ÇELTİKÇİOĞLU, 
35. HÜSAMETTİN BAŞER, 36. TAHİR YÜCEKÖK, 
37. HÜSNÜ ORAN, 38. HÜSEYİN KALPAKLIOĞLU, 
39. EKREM SAATÇİ, 40. TUNCER ACER, 
41. CEMALETTİN İNKAYA, 42. ERCAN SAN, 
43. AYŞE İLERİ, 44. CAHİDE AKSOY, 
45. SEMİHA ÖZEN, 46. DİLŞAT BURÇAK, 
47. ZEYNEP BURÇAK, 48. FEHAMET SAN, 
49. GALİP KAYA., 50. MEHMET ARİF DEMİRER, 
51. METE TAN, 52. BİLGE GÜRSOY, 53. CAHİT İLERİ, 54. ARDA GEDİK, 55. FATOŞ İNAL, 
56. MUSTAFA NEVRUZ SINACI, 57. YUSUF ARIK, 
58. NECMETTİN CEVHERİ, 59. ALİ ABALI, 
60. İHSAN SARAÇLAR, 61. VELİ GÜRKAN, 
62. HANZADE LÖLECİ, 63. NÜSHET DAİ, 
64. POYRAZ DAİ, 65. ERDOĞAN DEMİREL, 
66. NECATİ GÜNER, 67. SAİM POLA, 
68. MUSTAFA SOYAK, 69. SÜHEYLA KURBAN, 
70. EDİBE TURGUT, 71. BEDİA DEMİRALAY, 
72. NÜKHET DEMİRALAY, 
73. FAHRÜNNİSA BULGURLU, 74. MELİHA YÜCE, 
75. AYHAN AKSOY, 76. LÜTFİYE ALİ HOCAGİL, 
77. SEVİNÇ YILMAZ, 78. FADİME TURGUT, 
79. AYDIN SAATÇİ, 80. SELMA TOKDEMİR, 
81. DÜRRÜLŞEHVAL BAŞAĞA, 
82. NEBAHAT TERZİOĞLU, 83. BETÜL BAYRAM SAN, 84. NİGÜN YUKARIU, 85. AHMET ÇINAR, 
86. YEŞİM ÇINAR, 87. İNCİ ÇINAR, 88. GÜVEN MUMCU, 89. EMEL MUMCU, 90. MELTAM DAİ, 
91. MEHMET ÖZDEMİR, 92. GÜZİN ATADEMİR, 
93. AYFER ALİ HOCAGİL, 94. REHA BENDERLİOĞLU, 95. NAHİT MENTEŞE, 96. CEMAL KÜLAHLI, 
97. MEHMET GÜLER, 98. YENER BAKICIOĞLU, 
99. İHSAN NAZMİ TOMBUŞ, 100. ÖMÜR KÜTÜK, 
101. OĞUZ AYGÜN

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Yassıada Kararları İptal Edilsin

Neden Katılmalıyım?

27 Mayıs 1960 darbesiyle Yassıada'da "Yüksek Adalet Divanı" adı verilen bir kuruluş oluşturuldu.

Kuruluş, darbe yapanların ve Demokrat Parti iktidarını suçlayanların kendi anlayışına uygun "toplama hakimlerden oluşan yasa dışı bir heyet" idi. Hükümet üyeleri ve milletvekillerinin milleti temsil etmeyen hukuk dışı bu mahkeme tarafından mahkum edildi.

1924 Anayasası'nda Cumhurbaşkanı, Başbakan ve hükümet üyeleriyle milletvekillerinin 'vatana ihanet' suçlamasıyla Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay genel kurullarının seçecekleri birer hakimden oluşacak yargı kurulunca mahkeme edilecekleri hükmüne yer verilmiştir. Başkanlarını kendilerinin seçecekleri bir yargı kurulu tarafından mahkeme edilmesi gerekirken, hükümet darbecilerinin kendi oluşturdukları ve adına 'Yüksek Adalet Divanı' dedikleri toplama hakimlerden oluşan ve menşeini TBMM'den almadığı için Türk Milleti adına yargılama ve karar verme yetkisine sahip olmayan bir kurul tarafından Menderes mahkum edilmiştir. Kararda da 'Türk Milleti Adına' ibaresi yoktur.

Bu kurulun verdiği kararların iptalini istiyoruz.


BİLGİLİ DEMOKRATLAR
 Tam adınızı giriniz ("Isim Soyad" gibi...)
 Geçerli bir E-Posta adresi giriniz
 Mesleğiniz giriniz.
 Sürekli ikamet ettiğiniz yerin adını yazınız
1 + 8 = ? Güvenlik amacıyla cevaplamalısınız

Ahmet Yasin Altındiş

Öğrenci | İstanbul

Gözde Çimen

Öğrenci | İstanbul

Esma Nur Hasbal

Halkla İlişkiler | İstanbul

Melike Cörüt

Öğrenci | İstanbul

Zafer ÖZDEMİR

Halkla İlişkiler | İstanbul

Ahmet Basaran

Ogrenci | Beykent

Zeynepgül Aslan

Öğrenci | İstanbul

Zahid Hasbal

Öğrenci | İstanbul

Ali ŞAHİN

Öğrenci | Ankara

Seyda AŞAN

Web Tasarımcı | İstanbul

Hasan Sumuk

Öğrenci | İstanbul

Tunahan Yıldız

Öğrenci | Beyoğlu

Mehmet Göktuğ Akgöz

Öğrenci | İstanbul

Serkan Akdoğan

Öğrenci | Ankara

Semih Samet Bıyıklı

Öğrenci | İstanbul

Burak Aslan

Öğrenci | İstanbul

Yusuf Hasbal

Öğrenci | İstanbul

Fatih Hasbal

Öğrenci | İstanbul

23 Mayıs 2013 Perşembe

Adnan Menderes ve Yassıada Mahkûmlarının hayatı Tiyatro Sahnesinde...

Y  A  S  L  I  A  D  A ? . !. ..
Adnan Menderes Ve Yassıada Mahkumları'nın hayatı Tiyatro Sahnesinde: 
"Yaslıada" 
 
Yaslıada oyunu sahneye koyan Sanat 3: ‘Aydınlık bir geleceğin, Yunus’un dili, Mevlana’nın aşkı, Hacı Bektaş’ın gönlü ve Menderes’in masumiyetinin anlaşılmasından, milli ve manevi dinamiklerimizin yeniden yaşamın belirleyici kodları yapılmasından geçtiği bilinciyle’ çalışmalarını sürdürmektedir... 
"Bir an için baktım rahmetli babamın yüzüne, aklımdan dedim,"Acaba hangi el o yüce insanın boynuna yağlı ilmiği geçirebilir ki?" diye. Böyle bir ihtimali zihnimden kovmak istiyordum ama artık o ihtimal rahmetli babamın da, hepimizin de üzerine sinmişti. Aydın MENDERES
YASLIADA... 
“Suçlu sensin, suçlu benim ve suçlu biziz!” 
2012 Şubat ayında proje ve dramaturgi çalışmalarına başlanan oyun geçtiğimiz Ocak ayında tamamlandı. Yoğun araştırmalar sonucunda yazılan “YASLIADA” yakın tarihimizle bir kez daha yüzleşme, bu hadise olup biterken millet olarak nerede hata yaptığımızı tekrar sorgulama, kendimizi bir yürek testinden geçirme ve bu sürece bir nebze de olsa katkı sağlamak amacıyla ilk oyununu 26 Nisan 2013’de Küçükçekmece Belediyesi’nin katkıları ile Sefaköy Kültür Merkezi’nde, sahneledi. 
Yaslıada oyunu sahneye koyan Sanat 3: ‘Aydınlık bir geleceğin, Yunus’un dili, Mevlana’nın aşkı, Hacı Bektaş’ın gönlü ve Menderes’in masumiyetinin anlaşılmasından, milli ve manevi dinamiklerimizin yeniden yaşamın belirleyici kodları yapılmasından geçtiği bilinciyle’ çalışmalarını sürdürmektedir. 
Sanat 3’ün kurucularından olan, aynı zamanda “Yaslıada” oyunu’nun yönetmeni Sami Gülbaba “Yaslıada” oyunu hakkında şunları söyledi: 
‘Adnan Menderes ve arkadaşlarına yapılanlar, milletin devletine olan güven ve sadakatine vurulmuş ağır bir darbedir. Bu anlamda, bugün darbelerin yargılanıyor olmasını önemsiyor ve destekliyor olmakla birlikte bu süreci, kaybolan güven ve sadakatin yeniden tesis edilmesi olarak değerlendiriyoruz. Bu oyun, bir yanıyla da bu sürece pozitif bir katkı amacı taşımaktadır’ dedi.   Sanat 3 Tiyatro 

22 Mayıs 2013 Çarşamba

DUYURU VE ÇAĞRI :: DAVET: "YASLIADA!..."

SANDIKTA BAŞLAYIP, 
DARAĞACINDA BİTEN BİR DEVİR...
*
27 Mayıs 2013'de, Ankara Güzel Sanatlar Resim Heykel Müzesi'nde sahneleyeceğimiz "YASLIADA" oyunumuza teşrifleriniz bizi onurlandıracaktır.

         YAZAN                     YÖNETEN       DEKOR TASARIM        IŞIK TASARIM
Fatih GÜLBABA        Sami GÜLBABA      Burhan YILMAZ           Enver BAŞAR

TARİH 
27 MAYIS 2013 PAZARTESİ
YER
Talâtpaşa Bulvarı Türkocağı Sokak 
"Resim Heykel Müzesi" Tiyatro Salonu
SAAT: 20.00
Sanat 3 Tiyatro - sanat3.com . yasliada.com

9 Mayıs 2013 Perşembe

BAŞKANLARIMIZ

DEMOKRATLAR KULÜBÜ DERNEĞİ BAŞKANLARI

I.   Prof. Dr. Rıfkı Salim BURÇAK (1913 – 1998) Kurucu Başkan
        Erzurum Milletvekili, Gümrük, Tekel ve Milli Eğitim Bakanı, Akademisyen
        ESERLERİ:  
        Yassıada ve Öncesi
        Milli İradenin Zaferi
        Demokrat Parti’nin Politika Hayatına Yeniden Girişi (Demokratlar Kulübü yayınları    
        No.:14) (Ankara, 1997) (Rıfkı Salim Burçak ve R. Güner Sarısözen)
        Türkiye'de Demokrasiye Geçiş: 1945 - 1950 (Ankara, 1970)
        Çok Partili Hayata Geçişimiz Üzerinde II. Dünya Savaşının Etkisi
        Moskova Görüşmeleri (26 Eylül 1939 - 16 Ekim 1939) ve Dış Politikamız Üzerindeki   
        Tesirleri, Gazi Üniversitesi Yayınları (Ankara,1983)
        Türkiye'de Askeri Müdahalelerin Düşündürdükleri; Rıfkı Salim Burçak – Gazi
        Üniversitesi Yayınları; Askerlik Bilimi (Ankara, 1988)
        İdamların içyüzü; Rıfkı Salim Burçak - Demokratlar Kulübü Yayınları (Ankara, 1997)

II. Hüseyin AGUN    (1913 - ….)
        Orman Yüksek Mühendisi, Rize Milletvekili           

III. Osman ALİHOCAGİL  
          Rize Milletvekili

IV. Özer Kenan YILMAZ
          İktisatçı - Maliyeci, TC Ziraat Bankası Genel Müdür Yardımcısı,
          16. Dönem Bursa Milletvekili

V. Ali Naili ERDEM             (17 Şubat 1927, İzmir)
       Hukukçu, 1961-1980 arası 1, 2, 3, 4 ve 5 inci Dönem İzmir Milletvekili.
       Sanayi, Çalışma (iki defa) ve Millî Eğitim Bakanı.
       Toplumsal Düşünce Derneği ile İzmir Kültür ve Dayanışma Derneği onursal başkanı.
       İzmir Ege Sanayicileri Derneği, Çanakkale Şehitlerini Koruma Derneği,
       Edebiyat Derneği ve Basın Cemiyeti üyesidir.
       Evli ve üç kız ve beş torun sahibi.
       ESERLERİ:
       Bu Toprağın İnsanları,         Şiirler
       Sevda Kuşatması,               Şiirler

DEMOKRATLAR KULÜBÜ DERNEĞİ: 
ERİŞİM, İLETİŞİM VE BİLİŞİM

ADRES: Dr. Sadık Ahmet Caddesi, No: 3 - 06 520, Balgat/ANKARA
TEL: 444 1946 - 0312 248 86 00
FAX: 0312 248 84 14
e.MAİL: demokratlar.kulubu@gmail.com
WEB: www.demokratlarkulubu.blogspot.com
BAŞKAN: Ali Naili Erdem, 0531 830 77 73
GENEL SEKRETER: Ali Abalı, 0532 288 42 42

8 Nisan 2013 Pazartesi

"DEMOKRATLAR KULÜBÜ" DERNEĞİ; KURULUŞ: 17 ŞUBAT 1989 - ANKARA

"DEMOKRATLAR KULÜBÜ" DERNEĞİ


Amaçları da aşağıdaki şekilde açıklandı:

“A- Ülkemizde demokrasiyi koruma fikrini toplumun her kesiminde güçlü bir fikir akımı haline getirmeğe çalışır.
B- Demokrasi prensipleri ile uyuşmayan çarpık görüşlerle fikri alanda mücadele eder.
C- Türk Demokrasisinin geçmişteki meseleleri hakkında ilmi araştırmalara dayalı yayımlarda bulunmak için belge ve bilgi toplayarak hatıraların yayınlanmasını teşvik etmek suretiyle tarihimize yardımcı olmaya gayret eder.
Ç- Demokrasimize büyük hizmetlerde bulunmuş olan tarihi kuruluş ve şahsiyetlerin gerçek hüviyetlerini ve değerlerini ortaya çıkaracak çalışmalar yapar ve yaptırır.
D- Kulübün amaçlarını gerçekleştirmeye yönelik yan kuruluşlar teşkil eder; konferans, seminer ve açık oturumlar, yurt içi ve yurt dışı geziler düzenler, kitap, broşür ve dergiler yayınlar.
E- Kulüp üyeleri arasında haberleşme, dayanışma ve yardımlaşmayı sağlar.”

Bu amaçlar kabul edildikten sonra büyük bölümü eski demokratlardan olmak üzere 25 kurucu üye tarafından kuruluş dilekçesi Ankara Valiliği’ne verildi.
17 Şubat 1989 günü kuruluşu resmen gerçekleşen Demokratlar Kulübü aşağıdaki üyelerden oluşmaktaydı. Demokratlar Kulübü Derneği Kurucuları:

Rıfkı Salim Burçak (Milli Eğitim eski Bakanı),
Hayrettin Erkmen (DP İmar ve İskan eski Bakanı),
İhsan Dai (DP Gaziantep eski Milletvekili),
Ömer Özen (DP Sinop eski Milletvekili),
Kemalettin Demiralay (DP Isparta eski Milletvekili),
Numan Kurban, Turhan Dilligil, Muzaffer Akdoğanlı (DP, AP Kastamonu eski Milletvekili), İrfan Haznedar, Enver Kaya, Sıtkı Salim Burçak, Baha AkŞit (DP Denizli eski Milletvekili), Nuriye Pınar Erdem (DP İzmir eski Milletvekili), İbrahim Sevel (DP İstanbul eski Milletvekili), Nuri Toşay (Yassıada Sanığı), Besim Tibuk, Barlas Küntay, Ahmet N. Kadıoğlu, Sabri Özcan San, Zeki Başağa, M. Fahri Mete, Ömer Lütfü Erzurumluoğlu (Yassıada Sanığı), Halil Turşut, Halis Tokdemir, Hilal Ülman (DP Bursa eski Milletvekili)

Üyeler kendi aralarında 9 kişilik geçici yönetim kurulunu seçtiler.
Yönetim Kurulu: Rıfkı Salim Burçak, Hayrettin Erkmen, Ömer Özen, Muzaffer Akdoğanlı, İhsan Dai, Halil Turşut, Numan Kurban, Kemalettin Demiralay ve İrfan Haznedar’dan oluşmaktaydı.
İlk (1. dönem) Başkanlığa Prof. Dr. Rıfkı Salim Burçak,
Başkanvekilliğine Hayrettin Erkmen,
Sekreterliğe Ömer Özen,
Muhasip üyeliğe Muzaffer Akdoğanlı getirildi.
Demokratlar Kulübü’nün en önemli çabalarından biri Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun İmralı’da bulunan mezarlarının 17 Eylül 1990 günü İstanbul’daki Anıtmezar’a devlet töreniyle nakledilmesinde oldu. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Başbakan Yıldırım Akbulut, Adalet Bakanı Oltan Sungurlu ve DYP milletvekilleri de ikna edilerek kanunun çıkması sağlandı ve eski DP’lilerin istedikleri oldu. Aslında bu gelişme Yassıada mağduru bütün DP’lilerin itibarlarının iadesi anlamına geliyordu.

27 Mart 2013 Çarşamba

1938-1960 YILLARI ARASINDA ATATÜRK DEVRİMLERİNE KARŞI FAALİYETLER


1938-1960 YILLARI ARASINDA ATATÜRK DEVRİMLERİNE KARŞI FAALİYETLER
M. Hakan ÖZÇELİK[*]
Giriş
Dokuzuncu Ordu Müfettişi olarak 1919 yılı Mayıs ayının 19’ncu günü Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa, zorlu, çetin, yorucu, mücadele gerektiren, sonunda ölümün bile olacağı uzun bir yola çıkmıştı.
İçinden çıktığı ve kendi egemenliği içinde yaşamasını istediği milleti için hak ettiği ortamı kurmayı, devletini muasır medeniyetler seviyesine çıkarmayı kendisine bir görev, bir ant addeden Mustafa Kemal Paşa, milli mücadele sonrası Türk Devrimi’nin devamı olan inkılâpları da bir bir, sırasıyla ve kısa sürede hayata geçirmiştir. Bu süreçte Türk Devriminin özünü Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik (Ulusçuluk), Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, Devrimcilik, ilkeleri oluşturmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti, hem Arap-İslam şeriatçılığının hem de Sovyetlerin sınıf diktatörlüğünün reddedilerek insan haklarına dayalı demokrasi modelinin kabulü ve batıya karşı kazanılan anti-emperyalist bir savaş sonunda üstelik de bir İslam toplumunda kurulmuş olan tek laik ve demokratik devlettir. (Kongar, 2002,s. 65.) Laik, demokratik özellikleri yanı sıra toplumsal devrimlerle emperyalist güçlerin hiç de hoşlanmadığı “Ulus Devlet” özelliğine kavuşmuştur.
1. Karşı Faaliyetler
Napolyon’un bir sözü vardır: “Bir ülkenin coğrafyası o ulusun kaderidir.” (Ortaylı, Arıboğan, Yavuz, 2008., s. 196.) Coğrafyanın politikaya etkisi kara hâkimiyet, deniz hâkimiyet, hava hâkimiyet (Teoriler hakkında daha geniş bilgi için bakınız. Çora, 2003, s.22,23.) üzerine inşa edilmiştir. Türkiye de jeopolitik konumuyla emperyalist ülkelerin ve özellikle çevre ülkelerin daima hedefi halindedir. Türkiye’nin jeopolitik konumu değişmeyeceğine göre bu tür iç ve dış tehditler Türkiye Cumhuriyeti var oldukça devam edecektir.
Nitekim muhtelif tarihlerde Türkiye’ye karşı yönlendirilmiş olaylar, terör ve tedhiş hareketleri ve bu arada “dış baskılarla” büyük boyutlara ulaşabilecek bir tarzda planlı, programlı ve sistemli uygulamalar açıkça göstermektedir ki; Türkiye; “ilan edilmeyen gizli savaş”la karşı karşıyadır. (Özgen, 1989, s.2)
Devrimlerin ortaya çıkması, uygulanması ve yaygınlaşması esnasında hedeflenen noktalarda ve hedefe varmak için kullanılan yollarda sapmalar yaşanmıştır. İşte bu sapmalar bazı kesimler tarafından devrimlere karşı çıkıldığı anlamına gelmektedir. “Karşı Çıkışlar” aynı zamanda “karşı faaliyetler” olarak da adlandırılabilir. “Karşı Faaliyet”in toplum içindeki yaygın kullanım şekli “Karşı Devrim”dir. Bu bakımdan “Karşı Faaliyet" kavramını “Karşı Devrim” olarak algılamak yanlış olmayacaktır.
Orhan Hançerlioğlu, Karşı Faaliyet (Devrim) kavramını “Felsefe Ansiklopedisi”nde şöyle açıklanmıştır: “(la contre Revolution): Bir devrimin getirdiklerini ortadan kaldırmak ve eskiye döndürmek için girişilen gerici davranış. 1789 Fransız Devrimi’nden kalma deyimdir. Devrimlere karşı çıkan, direnen, eskiyi korumaya çalışan her tutum ve davranış bu deyimin kapsamı içindedir.” (Hançerlioğlu, 1976, s.220)
2. 1938-1945 Dönemi (Milli Şef Dönemi)
Atatürk’ün ölümüyle onun yaptığı devrimlerin nasıl bir sürece ve hangi liderin eliyle gireceği, çok önemli bir meseleyi oluşturuyordu. Bu kritik süreç Atatürk’ün ilkeleri ve devrimlerinin bekası için çok önem arz ediyordu. Bu nedenledir ki 1938-1945 dönemi Türk siyasi hayatında önemli bir dönem oluşturur.
Atatürk’ün ebediyete intikali ile yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde 323 oyun 322’sini alan İsmet İnönü Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı olmuştur (Bozdağ, 2000, s. 177-222). Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü’nün ilk uygulaması Atatürk’ün ne kadar yakın çalışma arkadaşı varsa hepsini görevden el çektirme yönünde olmuş, Ocak 1939 tarihinde Atatürk’ün son başvekili olan Celal Bayar’ın da görevi de sona ermiştir (Yetkin, 2007, s.36-38) .
Atatürk’ün çalışma arkadaşlarını, yakın dostlarını yönetimden uzaklaştıran, Atatürk dönemine yönelik ithamlarda bulunan İsmet İnönü, aynı zamanda Atatürk’ün devlet hizmetlerinden uzaklaştırdığı, hatta Atatürk’ün ilkeleri ve devrimlerine karşı gelen bazı insanları tekrar yönetime alarak adeta kırgınların gönlünü kazanarak yönetim tarzının ne istikamette gideceğine dair açık ipuçları veriyordu.
Ülkenin siyaseti ve siyaset adamlarına yönelik bu tür değişiklikler olurken, “Ayrıcalık tanıyan ve bağımlılık doğuracak dış anlaşmalar yapılmamalıdır” şeklinde önerilerde bulunan Atatürk’ün dış politika anlayış ve uygulamasında da değişiklikler yapılıyordu. İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığının henüz başlarında o zamanın siyasal ortamındaki zorunluluk ile yabancı devletlere imtiyazlar tanıyan antlaşmalara imza atılmış ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en önemli özeliklerinden biri olan “Tam Bağımsızlık” yara almaya başlamıştır.
3. 1945-1950 Dönemi
Bilindiği gibi; Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın başladığı 1939 yılından savaşın bittiği yıl olan 1945’e kadar geçen süreçte kararlı bir şekilde “savaşa katılmama” politikası izledi.
Savaş sonunda Türkiye’nin tek kazanımı olan “Toprak Bütünlüğü”, Sovyetler Birliği’nin istek ve tehditleriyle karşı karşıya kaldı ve bu devlet Haziran 1945’ten itibaren Türkiye üzerine ağır bir siyasi baskı yapmaya başladı (Sarınay, 1988, s. 46) . Sovyetler Birliği’ne karşı tek başına karşı çıkamayacağını düşünen Türk hükümeti, Sovyetlere karşı Amerika’nın desteğini aramaya yöneldi (Özçelik, 2003, s. 13.).
1945’in başında A.B.D. ile yapılan ikili anlaşma, 4780 sayılı yasa ile T.B.M.M.’de onaylandı. Anlaşmanın ikinci maddesi şöyleydi (Tunçkanat, 1970, s. 27):
“Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, müsaade edebileceği bilgileri, hizmetleri, maddeleri ve kolaylıkları A.B.D.’ne temin etmekle görevli olacaktır.”
Bu süreçte Türkiye, A.B.D. ile yapmış olduğu antlaşmalarla, dünyanın değişik yerlerinde A.B.D.’nin elinde kalan ve ülkelerine götürmesi oldukça maliyetli olacak, eskimiş savaş artığı malzemeleri almak için borç almakla yüz yüze kalıyor (Savaş, 2004, s. 165) ve 10 milyon dolar borç kredi alıyordu (Arcayürek, 2008., s.169).
Türkiye, 1950’ye kadar A.B.D. ile birçok ikili antlaşmalara imza atmıştır (Tunçkanat,1970, s. 27). Bütün bu ikili anlaşmalar, Türkiye’nin bağımsız hareket etmesini gün geçtikçe zorlaştırmıştır. İkili anlaşmaların yanı sıra Türkiye, İMF’ye ve Dünya Bankası’na da 1947 yılı içinde üye olmuştur. Bu süreçte Truman Doktrini ile Batı blokunda yerini alan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yapılan anlaşmalarla bağımsızlık ilkesini artık hatırlayamaz hale gelmiş, Marshall yardımıyla da A.B.D. ile ilişkisi artmıştır.
Bir görüşe göre; A.B.D. bütün bu ekonomik yardımları yaparken, Sovyet yayılmasını durdurmak için en etkili silahın “Din” olduğunu, ülkelerin Sovyetlerden ve komünizmden korunmasının tek yolunun dine sarılmasının gerekliliğini öne sürüyordu (Öztürk, , 2008, s. 282).
İşte yıllar sürecek din tartışmaları, dini olayların çoğalarak laik düzeni yıpratması, politikacıların dini siyasete alet etmesi gibi olayların böyle bir sürecin sonunda başladığını söylemek yanlış olmayacaktır.
3.1. Çok Partili Düzene Geçiş
II. Dünya Savaşı bitiminde, İsmet İnönü’nün, milli şeflikten vazgeçerek çok partili yaşama geçmek istemesinin sebebi, demokratik bir sisteme kavuşmanın yanı sıra Türkiye’nin dış politikada Sovyetler Birliği’nin baskıcı ve uzlaşmaz tavırları karşısında yalnız kalmak yerine, Batı’yı yanına alarak denge politikası uygulamasıdır. Böylece 1945 yılında Milli Kalkınma Partisi’nin de kurulmasıyla çok partili sisteme çabucak bir geçiş sağlandı.
Çok partili sürece girmemize katkısı olan A.B.D. ise 1946 yılından itibaren Türkiye’nin toprak bütünlüğü ile yakından ilgilenmeye başlıyordu. A.B.D.’nin tavrı, Sovyetler Birliği’nin gerçek amacını tahlil edince, Türkiye lehinde gelişmeye başlamış, fakat bu gelişme daha sonra değişik bir seyir alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin temeli olan laik, demokratik, ulus devlet olma niteliklerini yıpratıcı, Atatürk ilke ve devrimlerini tehdit edici bir sürece dönüşmüştür.
3.2. Bölücülerin devreye girmesi
Doğaldır ki, çok partili sisteme geçiş, birçok iç ve dış dinamiğin devreye girmesine vesile olur. Yeni yeni oluşan demokratik ortamın sağladığı özgürlük ortamından yararlanma amacını güden bölücü düşünce yapısında olanlar, öncelikle Milli Kalkınma Partisini desteklemişler, ardından Demokrat Partinin kurulmasıyla desteklerini bu parti yönüne kaydırmışlardı. Kürtçü olan bölücülerin birinci önceliği “ Mecburi İskân Yasası”nı kaldırmaktı.
Çok partili dönemin başlaması ile mevcut partilerin artması doğal olarak partililerin oy hesaplarını bölgesel ağalar ve şeyhlerin desteklerinin alınmasına yöneltti. Tek parti döneminde bastırılmış olan ağaların ve şeyhlerin nüfuzları yeniden önem kazandı. Hatta bu süreçte C.H.P.de en az D.P. kadar ağa ve şeyhleri, bazı ünlü aileleri kendisine bağlamaya çalıştı (Kılıç, 2007, s. 167).
Böylece, 1927 yılında “mütegallibe”(zorba) olarak bölgeden uzaklaştırılan ağalar, şeyhler, aşiret reisleri, C.H.P. nin ve diğer partilerin de büyük katkılarıyla, 1947 yılında, birer “kahraman” olarak geri döndüler.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel sorunlarından olan feodal yapının kaldırılmasını sağlayacak tedbirler yerine, bu gelişmeler ülkenin Atatürk ilkeleri ve devrimlerinden biraz daha uzaklaşmasına, devrimlerin yara almasına sebep olmuştur.
3.3. Toprak Reformunun saptırılması ve Köy Enstitülerinin Yıpratılması
Atatürk tarafından daha Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren gerçekleştirilmek istenen Toprak reformu, ancak 11 Haziran 1945 tarihinde “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” adı altında yasalaşmıştır. Yasanın gerekçesinden (T.B.M.M.,Tutanak Dergisi, s. 97) de anlaşılacağı gibi amaç, toprak ağalarından alınan topraklar köylülere dağıtılarak feodal yapının yok edilmesidir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında halkın %80’i kırsalda yaşamaktaydı. Okuma yazma oranı ise çok düşüktü. Atatürk, ölümünden önce toplumun içinde bulunduğu cehaleti görmüş ve bu konunun ve açılımlarının üzerinde çok durmuştur. Toplumu eğitmek için öncelikle yetenekli çavuşlar, onbaşılar kullanılmış, ardından “Köy Eğitmenleri” olarak yedi bine yakın eğitmen bu uygulamada görev almıştır (Kili, 2008, s.250). Yine Atatürk’ün sağlığında Kırklareli, İzmit, Eskişehir “Köy Öğretmen Okulları” açılmıştır (Savaş, 2001, s. 249). Fakat bu yöntemler sorunu çözmekte yeterli olamamış ve “Köy Enstitüleri’ ihtiyacı bu uygulamaların sonucunda ortaya çıkmıştır (Kili, 2008, s. 251). Bu suretle Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı sırasında 17 Nisan 1940’ta 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu T.B.M.M.’de kabul edilmiştir (Yetkin, 2007, s. 232).
Köy Enstitüleri Kanunu’nun maddeleri incelendiğinde kuşkusuz anlaşılacak olan amaç, köy çocuklarını okutmak ve eğitmek olduğu aşikârdır. Ancak diğer önemli ve açıkça ortaya konulmayan amacı ise toprak reformu gerçekleştiğinde üretimi örgütleyecek kadroları yetiştirmektir. Diğer bir ifadeyle toprak ağalarının karşılarına çıkacak eğitimli, haklarını bilen, emeğinin karşılığını isteyen, toplumu eğitecek şekilde lider rol modeli üstlenmiş insanların çoğalmasıdır. Böylece toprak ağalarının hegemonyasının kırılması, feodalitenin yok olması amaçlanmıştır.
“Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” yozlaştırılırken aynı süreçte bir devrim olarak değerlendirilen Köy Enstitüleri C.H.P. döneminde yıpratılmış, D.P. iktidarında 1954 yılında 6234 sayılı yasayla ortadan kaldırılmıştır (Yetkin, 2007 s. 242-245) .
3.4. Milli Eğitim: Din ve Siyaset
Çok Partili Sisteme geçtikten sonra 1946 seçimlerinde C.H.P.’nin aldığı başarısız sonucun diğer sebeplerinden biri de D.P.’nin dini propagandalarının olduğu kanaatinin C.H.P.’nin telaşa düşmesine sebep olmasıydı (Arcayürek, 2008 s. 192) .
1946 yılında Meclis Grubu din tedrisatı sorununu incelemek üzere kurulan komisyon ile başlayan tavizler C.H.P.’nin 7’nci Büyük Kurultayında din açısından yapacağı açılımlarla devam etmiştir. Temmuz 1947’de “Özel Din Öğretimi “ kabul edilerek “Din Bilgisi Dershaneleri”nin açılmasına karar verildi. Bununla yetinilmeyerek imam yetiştirmek üzere “Din Seminerleri" açıldı. C.H.P. bütün bu faaliyetler için kendi binalarının kullanılmasına izin verdi (Arcayürek, 2008, s.360). Şubat 1948’de de Tahsin Banguoğlu’nun başkanlığını yaptığı parti komisyonunda ilkokulların son sınıflarında “ihtiyari", yani isteğe bağlı olarak din dersi konulması kararlaştırılmıştır (Yetkin, 2007, s. 443).
1 Şubat 1949 tarihinde valiliklere gönderilen genelgeyle (M.E.B.Tebliğler Dergisi, s. 153, Daver, T, 1955, s. 135-136, Cumhuriyet Ansiklopedisi, 2005, s. 158) “ilkokullarda din öğretimi” 15 Şubat 1949 tarih itibarıyla ilkokullarda ihtiyari olarak 4. ve 5. sınıflarda verileceği bildiriliyordu. Aynı yılın başında 1930 yılında tamamen kaldırılan İmam Hatip okulları yerine İmam Hatip kursları açıldı (Kaçmazoğlu, 1998, s. 31). Mart ayında bu kursların sayısı 12’yi bulmuştu (Cumhuriyet Gazetesi, 8 Mart 1949). 4 Haziran 1949 tarihinde de İlahiyat Fakültesi’nin kurulmasına yönelik yasa çıkarıldı.
Dini tavizler burada bitmeyecekti. C.H.P.nin ve diğer partilerin çok partili sistem içinde oy toplama telaşı daha birçok karşı devrimlere kucak açacaktı. Bunlardan birisi de Ezanın dilini değiştirilmesiydi.
Mustafa Kemal’in emriyle Aralık 1931’de Dolmabahçe Sarayı’nda, halkın anlayacağı dilde olması amacıyla, ezan ve hutbelerin Türkçeleştirilmesi çalışmaları başladı ve ilk Türkçe ezan 30 Ocak günü Fatih Camii’nde okundu.
Din konusunda, hükümet verilen tavizler konusunda tam hızla giderken Demokrat Parti de hükümetten az kalmayacak şekilde din propagandası yapıyordu. Daha iktidara gelmeden 1932-1933 yılından beri Türkçe okunan ezanın Arapça okunmasını gündeme getirmeye başlamıştı. D.P.de Arapça ezanı kullanarak oy hesaplarıyla bu yasağı kaldıracaktı (Şimşir, 2009, s. 455). Çünkü dönem dinin siyasete alet edilmesi dönemiydi.
Atatürk’ün “Türkiye, şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz.” demiş olmasına rağmen kendisinin ölümünde on yıl sonra toplumun vereceği tepkiler mecliste iki meczubun Arapça ezan okumaları, bazı camilerde yine Arapça kelamlar verilmesiyle ölçülmüş ve toplumun yeniden şekillendirilmesi için bir öngörü yaratılmıştı. Ezanın Arapçaya dönüştürülmesi konusu seçim sonrası iktidara gelen D.P.nin ilk icraatı olacaktı.
Artık C.H.P. iktidarda kalabilmek, kaybedilen oyları kazanabilmek için her türlü tavizi veriyordu. C.H.P.’nin iktidardayken yaptığı dini uygulamalardan sonuncusu türbelerin açılmasıydı (Şimşir, 2009, s. 455).
1945-1950 dönemi içindeki diğer önemli dine yönelik gelişmelerden birisi de İslami içerikli neşriyatta olan sayısal artıştır. İslami içerikli neşriyatın yayın anlayışı tamamen rejim aleyhtarlığı yönünde idi. Bu tür yayınlardan bazılarının hedefleri doğrudan Atatürk ilke ve devrimleriydi.
Atatürk’ün Kurtuluş savaşının da ötesindeki öncelikli hedefini kısaca; cahil bırakılmış olan Türk halkının eğitilmesini sağlamak, kendilerine yaraşır eğitim vermek, böylece onlara insan olduğunu hatırlatmak, bir kültüre ait olduğunu hissettirmek şeklinde açıklayabiliriz. Latin harflerine geçerek kısa sürede okuma yazma oranının artırılması, köy okullarının, halkevlerinin, köy enstitülerinin açılması hep bu sebeptendi. Ama tüm bu süreçte en hassas olunan, üzerinde dikkatle durulan konu eğitimin “milli” olmasıydı.
İsminin başında “milli” olan önemli kurumlardan birisi olan Milli Eğitim Bakanlığı, 27 Aralık 1949 tarihinde “Fulbright Antlaşması”na (Tunçkanat, 1970. s. 43-49) imza attı. Anlaşmaya göre; Türkiye’de bir “Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” kurulacak, komisyonun giderleri ise Türkiye’nin A.B.D.’ne olan borcundan karşılanacaktı. Komisyonun amacı ise “eğitim programının idaresini kolaylaştırmak” idi. Komisyon, dördü T.C. vatandaşı ve dördü A.B.D. vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulacaktı. Bunlara ek olarak Türkiye’deki A.B.D. diplomatik heyetinin başı, (Amerikan Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı görevini yürütecekti (Yetkin, 2007, s. 372,373).
3.5. Türk Silahlı Kuvvetlere Saldırı, Mustafa Muğlalı Olayı
1945-1950 dönemi içinde çok partili düzene geçilmesiyle bölücülere ve gericilere, Atatürk İlkeleri ve Devrimlerinin hilafında verilen dini tavizlerin yanı sıra TSK ile hesaplaşma amacı güden bir kısım çevrelere de el uzatılmıştır. Bu bağlamda Orgeneral Mustafa Muğlalı (Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı, 1972, s. 134,135) davası tipik bir karşı faaliyet olarak değerlendirilebilir.
Orgeneral Mustafa Muğlalı, Atatürk ilke ve Devrimlerine karşı faaliyetlerde bulunan kesimler tarafından çok daha farklı anlam ifade etmekteydi. Birincisi; Orgeneral Muğlalı, Menemen’de baş gösteren gerici isyanın sonunda kurulan Askeri Mahkeme’nin başkanıydı. Cezalandırılanlar arasında Nakşibendî tarikatının “Kutbülaktabı” yani başı Esat Efendi de bulunuyordu. İkincisi ise; Temmuz 1943'te Van ili’ne bağlı Özalp ilçesinde, 33 eşkıyayı sorgulamak yerine Mustafa Muğlalı'nın emriyle sınıra yakın bir yerde kurşuna dizildiği iddiasıdır.
Demokrat Parti “Mustafa Muğlalı Olayı” başlığıyla 1943 yılındaki bu olayı 1949 yılında siyasi gündeme taşıdı. Emekli Orgeneral Muğlalı 1 Eylül 1949 günü tutuklandı ve yapılan mahkemeler neticesinde 6 yıl 6 ay hapse mahkûm edilerek hapishaneye gönderildi. Bu süreçte sağlığı bozulan Paşa, uğraşılarının semeresini alarak iktidar olan Demokrat Parti döneminde 2 Şubat 1951 tarihinde tahliye edildi. Fakat sağlığı bozulan Muğlalı 11 Aralık 1951 yılında hayata veda etti. Altemur Kılıç (Kılıç, 2007, s. 164) bu olayı kısaca şu şekilde yorumlamıştır;
“D.P. iktidarının, Kürt isyanlarının bastırılmasında önemli bir rol oynadığı için Kürtçülerin hışmını çekmiş olan General Mustafa Muğlalı’yı yargılatması Kürtçüleri teşvik etmiştir. Kürtçülük hareketine ivme kazandırmıştır.”
3.6. Yıkıcı Faaliyetler
Gizli Türkiye Komünist Partisi; faaliyetini Sovyet Rusya’dan aldığı emir ve direktifler doğrultusunda, 1939’dan itibaren aydın zümre üstünde yürütmeye başladı. Bilhassa üniversite öğrencileri arasında belirli bir grubun elde edilmesi maksadıyla planlı, programlı, detaylı bir içerik kapsayan propaganda çalışmalarına yöneldi ve bu bağlamda üniversitelere el attı.
Bu dönemin en önemli ismi TKP’nin lideri Dr. Şefik Hüsnü Değmer idi. Değmer II. Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra Paris Konsolosluğundan pasaport alarak Türkiye’ye dönüp, gizli komünist partisini organize etti (Sançar, 1966, s. 20).
1939 yılından itibaren yönünü aydınlara ve üniversite öğrencilerine çeviren TKP, çok partili sisteme geçilmesinin etkisiyle 1946-1950 yıllarındaki siyasi ortamdan en iyi şekilde faydalandı.
4. 1950-1960 Dönemi
Çok partili sisteme geçtikten sonra yapılan ikinci genel seçimlerde Demokrat Parti yılların partisi olan C.H.P.’ni 14 Mayıs 1950 tarihinde seçim sisteminin de etkisiyle hezimete uğrattı. İktidarı teslim alan D.P. Başkanı ve yeni Başbakan Adnan Menderes, T.B.M.M.’de okuduğu hükümet programında; “... Millete mal olmuş inkılaplarımızı saklı tutacağız..” diyerek, devrimleri millete mal olmuş ve olmamış şeklinde ikiye ayırıyordu (Tunaya, 1991, s. 205).
4.1 Artan Dinî Faaliyetler
D.P. hükümetinin ilk icraatı, 1932 yılından beri Türkçe okunan ezanın Arapça okunma yasağını kaldırması oldu. Arapça ezanın geri getirilmesinin akabinde bazı gerici faaliyetlerde kıpırdanışlar baş göstermiş ve 22 Haziran’da Ticani Tarikatı’ndan olan bazı kişiler, Atatürk’ün büst ve heykellerine saldırılara başlamışlardır (Şimşir, 2009, s. 464-475). Heykellere yönelik saldırılar dönem içinde hükümetin tutum ve davranışlarından güç alarak, özellikle başta Ticaniler olmak kaydıyla diğer İslamcı kesim tarafından yapılmaya devam ede gelmiştir.
5 Temmuz 1950 tarihinde radyodan dini program yapılması yasağı kaldırıldı. (Arcayürek, 2008, s. 232) Ramazan ayında sabah ve akşam, her biri on dakika olacak şekilde günde iki defa, diğer aylarda ise haftada bir gün Cuma günleri olmak üzere radyodan dini yayınların yapılmasına izin verildi (Sitembölükbaşı, 1995, s. 60).
Bu yeni dönemin başlamasıyla da dini yayınların sayısı her alanda büyük çapta artmaya başladı. Dini konular tüm yayın organlarınca yeniden ele alınıp yorumlanmaya başlandı (Kaçmazoğlu, 1998, s. 71). 1960’a kadar yayımlanan dini yayınların sayısı diğer dönemlerle karşılaştırılmayacak kadar arttı.
Adnan Menderes’in ve bazı D.P. milletvekillerinin gerici çevreleri bazı hareketler yapmaları yönünde teşvik eden tarzda konuşmalar yapması, bazı il ve ilçe kongrelerinde; Fes ve Sarık giyilmesine izin verilmesi, hafta tatilinin yeniden Cuma gününe alınması, kadınların açık-saçık gezmelerinin yasaklanması, birden çok kadınla evlilik yapılması (Vatan, 13 Mart 1951. Zafer, 14 Mart 1951), Anayasaya devletin dininin İslam olduğunu belirten ifadenin konulması, kadının çalıştırılmaması, evlenme ve boşanmalarda kadınlara eskisi gibi daha az hak tanınması, kızların ilköğrenimden sonra okutulmaması (Vatan, 26 Nisan 1951) gibi bir takım gerici istemlerin oluşmasına da neden olmuştur.
İktidara ait milletvekilleri tarafından yapılması istenen isteklerin yanı sıra cehaleti ortadan kaldıran Latin harflerinin yerine yeniden toplum içinde arap harflerine dönüş sıklıkla gözlenmiştir.
Bu süreçte, İslamcı gruplarla ittifak bile kurmaktan çekinmeyen Adnan Menderes, 1957 seçimlerine yaklaşırken seçmenlere şöyle sesleniyordu; “İstanbul’u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camii’ni ikinci Kâbe yapacağız.”
Öyle ki, 19 Ekim 1958 tarihinde Adnan Menderes Emirdağı ziyaret ettiği zaman Nurcular, kendisini iki tuğralı yeşil bayrakla karşılamışlardır. Daha sonra da Said-i Nursi ülke içinde seyahatlere çıkarılmıştır (Kaçmazoğlu, 1998, s. 75).
4.2. Din ve Eğitim: Dinî Eğitim
1945’ten sonra C.H.P. ile başlayan dinî eğitimin örgün eğitime dâhil edilmesi konusunda verilen tavizler D.P. zamanında devam ederek son raddeye varmıştır.
Demokrat Parti, 7 Kasım 1950’de köy okullarının Tarım, şehir okullarının Türkçe derslerinin birer saatini iptal ederek, iki ders saatini din dersi olarak belirledi. Böylece “ihtiyarî” (mecburî olmayan, zorunlu bulunmayan, isteğe bağlı olan) olan din dersi mecburi hale gelmiş oldu (Saray, 2008, s. 93). İlkokullarda verilecek din eğitiminin sorumlusu sınıf öğretmenleriydi. Sınıf öğretmenlerinin din eğitimi verebilmesi için din eğitimi alma zorunluluğu ortaya çıkmıştı. Bu sebeple ilköğretmen okullarının 9. ve 10. sınıflarına 1953 yılından itibaren haftada birer saat zorunlu din dersi konuldu (Ayhan, 2004, s. 153).
1949 yılında ilkokulların, 1953 yılında ilkokul öğretmen okullarının, 1956 yılında ortaokul müfredatına eklenen din eğitiminin örgün eğitimdeki yerleşme seyri devam etmiş, 1967 yılında da liselerin 1.ve 2. sınıflarına ve 1976 yılında ortaokul ve liselerin son sınıflarına da din dersi konulmuştur.
İmam Hatip Okulları ise 17 Ekim 1951 tarihinde Adana, Ankara, Isparta, İstanbul, Kayseri, Konya ve Maraş olmak üzere toplam yedi ilde öğretime başlamıştır.1958 yılında Balıkesir ve Burdur’da İmam Hatip okullarının açılmasıyla toplam İmam Hatip okul sayısı 19 olmuştur. 1961 yılına kadar Orta Öğretim Genel Müdürlüğüne bağlı kalan İmam Hatip okullarının sayısı aynı kalmıştır (Saray2008, s. 99). İmam Hatip okullarının yanı sıra Kur’an kurslarının sayıları da hızla artmaya başlamıştır (Koray, 2003, s. 577). Bu sürece son nokta 1959 yılında orta dereceli okullar ile İmam Hatip okullarına din dersi öğretmeni yetiştirmek ve dini araştırmalar yapmak maksadıyla Yüksek İslam Enstitüleri İstanbul’da açılarak konacaktır (Saray, 2008., s. 102).
4.3. Halkevlerinin Sonu ve Köy Enstitülerinin Kapatılması
D.P.nin iktidara gelmesiyle 1946’dan beri devam eden Halkevleri ve Halkodaları tartışması, hem parti platformunda hem de meclis birleşimlerinde her iki parti tarafından daha da tartışmaya başlanıldı.
Oysa ki Adnan Menderes, yıllarca Halk Partisi’nin Halkevleri Müfettişi olarak çalışmıştı. Onun Halkevlerinin varlığı için 15 yıl çalışmasının ardından 4 Mayıs 1951 tarihinde mecliste yaptığı bir konuşmasında Halkevleri için söyledikleri oldukça düşündürücüdür:
“Halkevleri, Halkodaları kurmak, gençlik teşkilatını ele almak, Faşistçe düşünce ve telakkilerin mahsulüdür. Bunlar, içtimai bünyemiz içinde tamamıyla, abes, beyhude, geri ve yabancı uzuv halindedirler.” (Saray, 2008, s. 184)
8 Ağustos 1951 tarihinde 5830 sayılı yasa olarak halkevleri ve halkodalarının kapatılması yasalaştı (Şimşek, 2002, s. 212,213). Kapatıldığı zaman Halkevleri’nin sayısı 474, Halkodaları’nın sayısı 4306’ya ulaşmıştı (Özakman, 2009, s. 234). Böylelikle, on dokuz yılı aşkın bir süredir faaliyette bulunan Halkevleri ve Halkodaları gibi büyük bir örgütlenmenin Türk halkına kazandırdığı dinamizme iç ve dış baskılar nedeniyle son verilmiştir.
Köy enstitülerinin de sonu aynı olmuştur. Hasan Ali Yücel’in istifa ettirilmesi, Hakkı Tonguç’un İlk Öğretim Genel Müdürlüğü’nden alınarak Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğine atanması, hatta bununla yetinilmeyip 1949 yılında resim iş öğretmeni olarak görevlendirilmesi, Köy Enstitüleri’ni 1950’li yıllarda nelerin beklediğinin işaretleriydi.
Nitekim, 1951 yılında programı klasik ilk öğretmen okullarının programıyla birleştirilen, Köy Enstitüleri’nin eğitim öğretim hayatına, Demokrat Parti 1954 yılında 6234 sayılı yasayla son vermiştir (Erol, 2003, s. 151).
4.4. Kore Savaşı ve Türkiye’nin NATO’ya Girişi
Batılı devletlerin güvenlik alanında Avrupa hükümetler arası işbirliğini geliştirmek amacıyla Brüksel Anlaşması’nı imzalamaları Türkiye’de de büyük bir ilgi uyandırmıştır (Gönlübol, Ülman, 1982, s. 224). Türkiye, Avrupa savunma cephesine katılmak maksadıyla İngiltere nezdinde diplomatik temaslarını yoğunlaştırdı.
C.H.P, 11 Mayıs 1950 tarihinde Türkiye’nin NATO’ya katılması için ilk resmi müracaatı yaptı (Sander, 1979, s.70). Ancak sadece İtalya’nın destek verdiği Türkiye’nin müracaatı konusunda toplantıda bir karara varılamadı. Bu arada Kuzey Kore ile Güney Kore arasındaki anlaşmazlık sıcak savaşa dönüşmüştü (Kore savaşı hakkında geniş bilgi için bkz.: Deniz, 1994; Dora, 1963).
B.M. Güvenlik Konseyi, 27 Haziran 1950 tarihinde “Silahlı taarruzu geri püskürtmek ve barışı iade etmek için Kore Cumhuriyeti’ne yardım yapılmasını” karara bağladı (Zafer, 1 Temmuz 1950). B.M. Güvenlik Konseyi’nin bu isteği, D.P. hükümetine üzerinde önemle durduğu NATO’ya üyelik kampanyasına daha büyük hızla devam etmesi için önemli bir fırsat yaratmıştır.
Yoğun toplantılar ve görüşmeler neticesinde; Türkiye Cumhuriyeti, Bakanlar Kurulu’nun almış olduğu kararla A.B.D.’den sonra Kore’ye silahlı kuvvet gönderen ikinci devlet oldu (Sarınay, 1988, s. 87). Hemen ardından ikinci resmi müracaatını yaptı (Sander1979, s.76). Ancak NATO Bakanlar Konseyi bu başvuruyu da kabul etmedi.
A.B.D. değişen politikaları neticesinde Türkiye ile Yunanistan’ın NATO’ya tam üye olarak alınmalarını yönünde destek vermesiyle iki ülke de 18 Şubat 1952’de üyeliğe kabul edildi (Kabul edilen kanun metni için bkz.: Düstur, III. Tertip, Cilt.33., s.314-315; Armaoğlu, 1983, s.520).
A.B.D.’nin Truman Doktrini ve Marshall Planı ile askeri ve ekonomik yardımlara kavuşan, tercihini Batı Bloku yönünde yapan Türkiye NATO’ya girerek kendini gelebilecek her türlü tehdit ve tehlikelere karşı emniyet altına aldığına inanırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin değeri olan “Tam Bağımsızlık” ilkesi yerini artık iyiden iyiye “Bağımlılık”’a bırakıyor ve Türkiye emperyalist güçler için uygun bir hedef halini alıyordu.
4.5. Ekonomik Anlayış ve Devletçilik
1950-1960 dönemi ekonomik politikalara yön veren 1945-1950 döneminde C.H.P.nin son zamanlarındaki ekonomik uygulamalardır. O dönemde Truman Doktrini, Marshall yardımıyla doğrudan A.B.D.nin güdümüne giren Türkiye, bireysel teşebbüsler lehinde tavır alırken doğal olarak da Devletçilik ilkesinin aksi yönünde hareket etmiştir. Bu “Liberal” hareket tarzının en büyük nedeni C.H.P.’nin iktidarı dönemindeki kadrosunun liberal iktisatçılardan oluşmasıdır. D.P.’nin iki temel ekonomik politikası vardı; Birincisi, özel teşebbüsün savunulması ve devletçiliğin reddi, ikincisi ise satın alma gücünün yaratılmasıdır (Lewis, 1952, s. 33). D.P.’yi bu politikaya iten sebep “Devletin önce asli vazifelerini yapması, işletmecilik yapmaması” inancıdır.
Atatürk dönemi yerli sermayenin geliştirilmesi için çaba sarf edilirken 1947 yılında IMF’ye üyelikle ters bir uygulama ortaya konulmuştu. 1947 yılında Marshall Planından yararlanmak için yapılan Avrupa Kalkınma Programı ile Türkiye “ulusal çabaların büyük bir yabancı sermaye ile” desteklenmesi için çalışacağını beyan etti. Bu yöndeki çalışmalar neticesinde 1946 yılında yabancı sermaye önünde hiçbir engel kalmamıştı (Arslan, 2008, s.36-41).
Bu gelişmelerin ışığında 1951 yılında kabul edilen Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ile; Türk sanayinde, mevcut enerji kaynakları ve madenlerin işletilmesinde, alt ve üst yatırımların yapımında yabancı yatırımlara büyük teşvikler verilmiştir. Bu arada çıkarılan “Petrol Yasası” ile yabancı sermayenin gelmesi için her türlü geniş olanaklar sağlanmıştır (Kaçmazoğlu, 1998, s. 198,199).
1954 yılında çıkarılan yeni yasa ile Türkiye yabancıları teşvik ederken kendi yatırımcılarına ise aynı imkânları sağlamamaktadır. Örneğin, petrol arama, pazarlama konusunda kendi şirketi olan Petrol Ofisi ile diğer yabancı petrol şirketlerini bir tutmakta bunun ötesinde kendi şirketine hiçbir öncelik tanıyamamaktadır.
Liberal ekonominin uygulama çalışmalarına rağmen 1954 sonrası özel yatırım teşebbüsleri azalırken devlet yatırımları mecburen artmıştır. 1956 yılında A.B.D. ile yapılan “Tarım Ürünleri Anlaşması” ile tarım ülkesi olan Türkiye, A.B.D. ile rekabet etme zorunluluğu ve zorluluğuyla yüz yüze kalmıştır (Aydoğan, 2003, s. 175) 1958 yılında ekonomi iyice bozulmuştur. Lira’nın dolar karşısındaki değeri 2.80 TL’den 9.025 TL.’ye düşürülmüş ve ekonomi tam bir batağa sürüklenmiştir. 1950’lerin başında büyük umutlarla “Devletçilik’ yerine sarılınan “Liberalizm” yaklaşık on yıl dolmadan iflas etmiştir. (Kaçmazoğlu1998, s. 217,218).
Liberalizmin sonucunda ekonomik anlamda da Devletçilik anlayışının desteklediği “Tam Bağımsızlık” ilkesinden uzaklaşmanın adımları hızlı bir şekilde atılmıştır.
4.6. Bölücülere Verilen Ödünler
İrticai konularda verilen tavizlerin yanı sıra Demokrat Parti, kendi çatısı altında toplanan Atatürk ilke ve devrim karşıtlarının katkısıyla bölücülere, onulmaz yaralar açan ödünler vermeye başlamıştır.
İktidara gelen Demokrat Parti’nin, Orgeneral Mustafa Muğlalı olayındaki gibi 2 Haziran’da güvenoyu aldıktan sonra kısa sürede yaptığı ilk icraatlardan biri de 6 Haziran 1950 tarihinde TSK’nin en üst kademesindeki üç orgeneralin tasfiyesi olmuştur. (Hürriyet, Ulus, 7 Haziran 1950).
Tasfiye edilerek emekliye ayrılan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nafiz Gürman (Ayrıntılı özgeçmişi için bkz. Türk İstiklal Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri, 1972, s. 195-197), Orgeneral Kazım Orbay (Ayrıntılı özgeçmişi: a.g.e., s. 210-212) ve Orgeneral Salih Omurtak, (Ayrıntılı özgeçmişi: a.g.e., s. 231-233) değerli birer komutan oldukları gibi aynı zamanda hepsi de hem I. Dünya Savaşı’na hem de İstiklal Savaşı’na katılmış çok değerli liderlerdi. Ayrıca Orgeneral Omurtak 1911-1912 Osmanlı-İtalya Savaşı’na, Orgeneral Orbay 1912-1913 Balkan Savaşı’na, Orgeneral Gürman ise her iki savaşa da katılmıştır.
“Üç Orgeneral”in de tasfiyelerindeki neden, 1930’lu yıllardaki yaptıkları görev dolayısıyla “Ağrı Harekâtı” ile olan ilişkileriydi (Şimşir, 2009, s. 492,493).
Ağrı Harekâtının kimlere ve neye karşı yapıldığı açıkça bellidir. Şeyh Sait isyanından sonra devamlı Kürdistan hayali kuran bölücüler, 1930 yılında bölgede yapılan harekât sonucunda bozgun yaşamışlardı. Orgeneral Omurtak, Orgeneral Orbay ve Orgeneral Gürman’ın bölgedeki komutanlık yıllarında bölücülere verilen bu dersle, dosta, düşmana Türkiye sınırlarında ayaklanmaların başarılı olamayacağı gösterildi. Ama şimdi tarih 1950 idi. İktidarla menfaat ilişkisi içinde olan bölücüler 1930’lu yıllardan beridir hiç unutmadıkları üç generalden öçlerini alabileceklerdi. Ve iktidar partisi olan Demokrat Parti ile bu hayalleri gerçekleşti.
Demokrat partinin şeyhlere, tarikatlara, bölücülere verdiği ödünler Kürtçüleri iyiden iyiye cesaretlendirmiş ve cüretleri “Umumi Müfettişlik”lerin kaldırılması boyutuna kadar varmıştır.
4.7. “Umumi Müfettişlik”lerin Kaldırılması
Çok partili dönemin başlamasıyla politikaya atılan ve 1950 seçimiyle el birliğiyle parlamentoya gönderilen Mustafa Remzi Bucak, Musa Anter, Ziya Ekinci, Yusuf Azizoğlu gibi Kürtçülerin “ağabey” diye hitap ettikleri Kürtçü gençlerin Kürtçülük öğretmeniydi. Mustafa Remzi Bucak da ortamın uygunluğundan yararlanarak 21 Ocak 1952 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne yazı göndererek Umumi Müfettişliklerin kaldırılmasını teklif ediyordu:
Gerekçesinde Umumi Müfettişlik bölgelerinde “en ufak bir ümran eserine tesadüf edilmiyor” diyen Bucak, Müfettişlikleri “iğrenç, ürperti ile hatırlanabilen, iğrenç ve korkunç sahifeler, tehdit ve terör vasıtası” olarak nitelemiştir.
Oysaki o bölgelerde bayındırlık adına ne yapılmışsa o dönemde, Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılmıştır. Karayolu, demiryolu, köprü, tünel, kamu binası, lojman, okul, yurt, tiyatro, sinema, halkevi gibi birçok hizmet bölgeye götürülmüştü. Ayrıca gerekçe de Demokrat partinin kanatları altına girmiş bölücülerin “ağabeyi” olan Bucak, Atatürk dönemine de ağır hakaretlerde bulunmuştur (Şimşir, 2009, s. 492,505).
T.B.M.M. 21 Kasım 1952 tarihinde 5990 sayılı “Umumi Müfettişlik Teşkiline Dair Kanun İle Ek Tadillerinin Yürürlükten Kaldırılması Hakkında Kanun”u kabul etti. Yasa ertesi gün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi (Resmi Gazete, Sayı 8270, 1952).
Umumi Müfettişler, bölgelerine her türlü hizmeti getirdikleri gibi aynı zamanda bölgelerinde Kürtçülere, bölücülere, eşkıyaya da aman vermiyorlardı. Kanunun çıkmasıyla meydan Kürtçülere, bölücülere, eşkıyaya bırakılıyordu. Ve sonuç, 1958 yılında illegal olarak “Kürt İstiklal Partisi” kurulmasına kadar varıyordu (Şimşir, 2009, s. 492-515).
4.8. Yıkıcı Faaliyetler
12 Mayıs 1950 tarihinde İstanbul’da “Türk Barışseverler Cemiyeti” adı altında kurulan dernek, 14 Temmuz’da çalışmaya başladığını bildiriyle açıklamıştı. Bu dernek, yine sol hareketlerde isim yapmış kişiler tarafından kurulmuştu.
Türk Barışseverler Cemiyeti, Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılmasını protesto ederek beyannameler yayınlamıştı. Siyasetle uğraşmaya başlayan cemiyet, Türk Dış Politikası’nın aksi yönünde görüşler öne sürerken aynı zamanda aksi yönde faaliyetlerde bulunmuştur. Bu suretle kamuoyu oluşturma çabalarıyla toplum içinde kırılganlık yaratmıştı.
Yasadışı Türkiye Komünist Partisi elemanları ve liderlerinin 1951-1952 yıllarında ele geçirilerek tutuklanması, ağır cezalara çarptırılması ile 1950-1960 yılları arasında TKP örtülü çalışacağı bir döneme girmişti. Bu sebepledir ki bu dönemde de TKP mensupları 1939-1942 yılları arasında olduğu gibi edebi faaliyetlere hız vermiştir (Özgen, 1982, s. 115,116).
5. SONUÇ
1938-1945 yılları dönemi içinde Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimler üzerinde herhangi bir olumsuz etki yaratılmamış, hatta devrimlerin devamı sağlanarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gelişimine katkı yapılmıştır. Ancak bu dönem içinde yapılan bazı devlet içi yapılanmaların yanı sıra uluslar arası anlaşmalar, II. Dünya Savaşı nedeniyle ülke içinde alınan kanuni tedbirler, dönemi direkt olarak etkilemese de, müteakip dönem içinde oluşan ve etkinlik gösteren dinamiklerin var olmasına ve işlerlik kazanmasına da etken olmuştur.
1945-1950 yılları dönemi, II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle savaşın etkisini her yönüyle hisseden Avrupa’nın yanı sıra savaşın dışında kalmasına rağmen ekonomik olarak en az Avrupa kadar etkilenen Türkiye, hem ekonomik olarak gerekli yardımı sağlamak, hem uluslararası boyutta kurulmakta olan yeni bir düzen içinde kendisine yer bulabilmek, hem de en yakın tehlike olan Sovyetler Birliği’nin tehditlerine yönelik bir ittifak içinde yer almak istemiştir.
Savaş sonunda “Süper Güç” olarak ortaya çıkan A.B.D., İngiltere’nin Ortadoğu’daki menfaatleri gereği yönlendirilmesiyle ve bu yönlendirmeye Sovyet Rusya’nın yayılmacı dış politikasının katkısıyla bölgede etkin bir güç konumuna gelmiştir. Bu tarihten sonra A.B.D. ile yapılan ikili anlaşmalar, Truman Doktrini, Marshall yardımı, çok partili sisteme geçiş, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, Atatürk ilke ve devrimlerinden, devletin kuruluş felsefesinden uzaklaşma, hatta ayrılma durumuna getirmiştir.
1945-1950 yıllarında çok partili sisteme geçişle iktidarı kaybetmemek için C.H.P. tarafından başlatılan tavizler 14 Mayıs 1950 gününden itibaren tam hızla devam ederek 27 Mayıs 1960 tarihine kadar tam bir “Karşı Faaliyet” şeklinde siyaset içinde yer almıştır.
Mevcut partiler ve iktidarlar, diğer partilere oy kaptırmamak maksadıyla; dini eğitimlere yavaş yavaş izin vererek sonunda dini eğitimin örgün eğitimde yer almasına, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun delinmesiyle İmam Hatip kurslarının açılmasına, eğitimin Amerikalılara teslim edilmesine ses çıkarmamışlardır. Atatürk’ün de üzerine hassasiyetle gittiği “Toprak Reform”’unun esasları ile oynanarak saptırılmasına, Halkevleri ve hal kodaları ile Köy Enstitülerinin yıpratılmasına… Yine devrimci kadroların üzerinde önemle durduğu Türkçe ezanın tartışılmasına, dini neşriyatların fazlalaşması ve fütursuzca devrimlere ve devrim kadrolarına saldırmalarına… Orgeneral Muğlalı’nın yeniden yargılanmasının gündeme getirilmesiyle ülkenin kurucu unsuru olan Türk Silahlı Kuvvetlerinden adeta öç alınmasına, zorunlu iskân kanunun kaldırılarak isyanlara neden olan bölücülerin bölgelerine birer kahraman gibi dönmelerine izin vermişlerdir.
1945-1950 yılları arasında ortaya çıkan karşı faaliyetler Atatürk İlkeleri ve Devrimlerini yavaşlatmış, 1950’ların sonuna doğru ise durdurmuş bile denebilir. Artık “Karşı Devrim” niteliğindeki faaliyetlerin başında gelen “dinin siyasete alet edilmesi’ politikacıların bir stratejisi olmuştur.
1950-1960 yılları dönemi ise tamamen Atatürk İlkeleri ve Devrimlerinin karşıtlarının tabanını oluşturduğu Demokrat Parti’nin “Karşı Faaliyetleri”yle geçmiştir. Ve fakat 1950- 1960 yılında yapılan bütün karşı faaliyetler için Demokrat Partiyi suçlamak haksızlık olur. Çünkü Demokrat Parti’nin yaptığı her faaliyetin temeli 1945-1950 dönemi içinde Cumhuriyet Halk Partisi tarafından atılmıştır.
D.P. döneminde hayata geçirilen “Karşı Faaliyetler”, Başbakan Adnan Menderes’in inkılâpları millete mal olmuş, mal olmamış şeklinde tasnifiyle başlarken, gelecek günlerin nelere gebe olduğu aşikârdır. Arapça ezanın serbest bırakılmasıyla devam eden karşı faaliyetler, milletvekillerinin irtica istekleriyle güç almış, iktidarı arkasına alan dinci kesimin Atatürk büstleri ve heykellerine tecavüzleriyle iyiden iyiye somut hale gelmiştir. Bütün bunların yanı sıra Devrimcilerin üzerine titrediği Halkevleri ve Köy Enstitüleri kaldırılırken, tarikatçılık, toplum içinde yerleşmeye başlamıştır.
Netice itibarıyla 1950-1960 dönemi Atatürk devrimlerine karşı faaliyetlerin zirveye çıktığı yıllar olmuştur.
[*] Öğr. Gör. Dr. İstanbul Aydın Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılâp Tarihi Koordinatörü.


26 Mart 2013 Salı

"TEVFİK İLERİ", Yazan: RASİM CİNİSLİ


1911 yılında Rize’nin Hemşin kasabasında dünyaya geldi. Babası Hafız Celal Efendi, annesi Fatma Hanım’dır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında Osmanlı olarak doğdu. T.C. vatandaşı olarak yaşadı. I.Dünya savaşı sona erince Tevfik İleri, küçük kardeşleri ile beraber dedesinin yanına İstanbul’a yerleşti. İstanbul’a gelişini şu cümlelerle anlatıyor :
“Aslen Rize’liyim. Küçük yaşta kardeşlerimle beraber bir sivil kaymakam mütekaidi olan büyükbabamızın Fatih’deki evine sığınmak üzere İstanbul’a geldik. Harp yeni bitmişti. Hayat hudutsuz derecede pahalıydı. Önceleri ilk mektebe, sonra da Gelenbevi Ortaokulu’na devam ettim. Sıkıntılı seneler ailemizi tam bir fakr-ü zarurete düşürmüştü. Onun için tatillerde boynuma astığım bir kutu içinde sigara kağıdı satıyordum. Okumak ve adam olmak ve hatta yaşamak için bunu yapmak zorundaydım. İşportacılık da yaptım.”
“Mektep, senede bir çift potin verirdi bana. Bayram ve tatil günleri bu yeni kunduraları kardeşimle nöbetleşe giyerdik.”
Gelenbevi Ortaokulu’nu bitirince imtihanları kazanıyor ve Leyli meccani olarak mühendis mektebinde okumaya başlıyor.
Yüksek mühendislik okulunda okuduğu yıllarda Talebe Cemiyeti ve M.T.T.B. başkanı seçiliyor. 1934 yılında mezun olunca 23 yaşında Karayolları kontrol mühendisi olarak tayin edildiği Erzurum’da 4 yıl görev yapıyor.
Erzurum’da iken hemşehrisi Vasfiye hanımefendi ile evleniyor. Eşine mutluluk duygularını ifade ederken şöyle diyor: “Biz önce vatanımızı ve milletimizi seveceğiz sonra da birbirimizi”. Bu sağlıklı ve mutlu yuvanın kuruluşunda bu cümle temel taşı oluyor. Örnek alınacak bu aile hayatı, üç kıymetli evlat yetiştirmiş ve 28 yıl devam etmiştir. Evliliklerinin ilk yıllarında biri Erzurum’da Aziziye şehitlerinin toprağına, biri de Çanakkale şehitlerinin yanına olmak üzere, iki melek yavrularını emanet edip vatan hizmetine devam ediyorlar.
1937-1942 yıllarında Çanakkale’de,
1942-1950 yıllarında Samsun’da bölge müdürü olarak mesleki hayatının zirvesine ulaşmıştır.
1950 yılında D.P. Listesinden Samsun milletvekili seçilerek siyasete atılıyor.
1950-1960 yılları arasında Adnan Menderes hükümetlerinde, kısa bir süre Ulaştırma Bakanlığı yaptıktan sonra;
(1950-1953) Milli Eğitim Bakanı
(1953-1955) T.B.M.M. Başkan yardımcısı
(Nisan 1957 / Kasım 1957) Milli Eğitim Bakanı
(Kasım 1957 / Ocak 1958) Başbakan Yrd. ve Devlet Bakanı
(1958-1960) Bayındırlık Bakanı ve Milli Eğitim Bakanı
Kalkınma ve hizmet için zamanla yarışan D.P. kadrolarının önünü, 27 Mayıs darbesi kesmiştir. Bana göre Cumhuriyet tarihimizin en talihsiz olayı 27 Mayıs 1960 darbesidir. 
27 Mayıs Darbesi ile kurulan Yassıada mahkemelerinde idam cezasına maruz kalıyor. Daha sonra Kayseri hapishanesinden hastaneye sevk ediliyor. 31.12.1961 tarihinde vefat ediyor. Tarih sırasına göre Tevfik İleri Bey’in hayat çizgisi kısaca böyle. Çizgisi diyorum, çünkü hayat hikayesi kitaplara sığmayacak kadar zengindir.
Tevfik İleri gibi M.T.T.B. başkanlığını yapanlarımız var. Bakanlık yapmış, Meclis başkanlığı, Milli Eğitim bakanlığı yapmış niceleri var. İsmi unutulmuş niceleri...
M.T.T.B. denince ilk akla gelen isim, neden 75 yıl önceki başkan Tevfik İleri oluyor?
Milli Eğitim Bakanlarını sıraya dizseniz, neden zihinler Tevfik İleri merhumunu hatırlar ve arar?
Bu ayrıcalık, bu unutulmazlık, bu yücelik nereden geliyor?
Ben bu sohbetimizde bu örnek insanın özellikleri üzerinde durmak istiyorum. Çünkü Tevfik İleri’nin ruhunu, imanını, aşkını ve coşkusunu tanımadan Tevfik İleri ve benzerlerini anlayamayız.
Düşünüyorum da; Tevfik İleri Bey’e yakın olma şansım olsaydı, onun yaşantısını yakınından inceleseydim neler görürdüm, neler öğrenirdim diye bu açıdan bakarak Tevfik İleri’yi anlatmaya çalışacağım:      
Tabii ki aile mensubu olan muhterem hanımefendileri Vasfiye annemizden ve değerli evlatları Cahide ve Ayşe hanımefendilerden, aziz dostum Cahit beyefendiden eksiklerimi, noksanlarımı; olursa yanlışlarımı bağışlamalarını rica ederim.
Değerli dinleyenlerim, Aziz dostlarım;
Büyük ruhlar, üstün karakterli insanlar aşağı yukarı aynı kaderi paylaşmışlardır. Onlar, hizmetin ve aşkın yolunda yürürken, çile ve zulüm da onların peşini bırakmamıştır. Ama hepsi yüce değerler uğruna fani alemi ve tarihi süsleyip geçmişlerdir.
İYİ BİR MÜMİN
Tevfik İleri her şeyden önce kulluk idrakine varmış bir mümindi.
Toprağa çıplak ayakla basan her çocuk gibi, Tevfik İleri de mayasını doğduğu yöreden almıştır.
Yaradana inanmış bir kucağa doğdu. Anasının ak sütü ile beslendi.
İlk duyduğu ses kulağına okunan Ezan-ı Muhammedi’ye; ilk gördüğü ışık Anadolu gelininin nurlu yüzü; ilk koku babası Celal Hoca’nın dualı besmeleli ağzından çıkan nefesinin kokusu... Müslüman Türk yuvasında ilahi ninnilerle büyütülen bebek Tevfik İleri’nin Hemşin’in yeşili ile kucaklaşması tabiidir. Çocukluğunda toprağın rengini, gökyüzünün mavisini, güneşin aydınlığını, gecenin karanlığını, yıldızlı semayı; Yaradanın insanlığa bahşettiği büyük kitabı; yani tabiatı ve kainatı Hemşin atmosferinde tanımış oldu. Kuşu, kediyi, köpeği, yağmuru, rüzgarı oyunlarına arkadaş yaptı. Yaradanı hatırlatan her şeyi; nedeni, niçini, sorgulamaya küçük yaşta başladı. Yeşil bir menekşe dalında 8 rengi burada gördü. Bu manzaralar çoğumuzu ilgilendirmez. Bakar geçeriz. Ama büyük ruhlar meraklıdır, tefekkür ederler. Bana göre Tevfik İleri tefekkür edebilen büyük ruh sahiplerinden birisiydi. Hayat hikayesini iyi anlayanlar bu sezgiye varabilirler. Çünkü :
Daha ilkokul yıllarında ilmin temeli sayılan matematiğe ilgisi tutkunluk derecesindedir. Meraktan öte aşk derecesindedir. Nedeni, niçini sorgulamak onun yaradılışında var. İlkokulda, riyaziyede sınıf birincisi olduğunu belirtiyor, hatta “bu yolda yürüseydim büyük bir riyaziyeci olabilirdim” diyor. Bu hususta hoş bir anısını anlatıyor: “Mühendis mektebinde okurken mektepler Perşembe günleri öğleden sonra tatil olurdu. Tabii ben eve yaya dönerdim. Riyaziye beni o kadar sarmıştı ki, kafamın içinde daima halline uğraştığım bir mesele bulunurdu. Mesela Galata Köprüsü’nden geçerken zengin insanları lüks içinde görür, haset ve kıskançlık duyacak yerde kendi kendime, ‘Onların her şeyleri var ama, kafalarının içinde bir riyaziye meseleleri yok’ diye acırdım.”
Olgun bir kişilikle kendinde olanın da olmayanın da bilincinde olduğunu görüyoruz. İnsanı insan yapan değerleri daha o yaşta keşfetmiştir; fukaralığı da biliyor, onu yenmek için işportacılık yapmayı da. İşte bu bilgilerden hareketle Tevfik İleri’nin büyük kitabı okumaya başladığını söyleyebiliriz. Demek ki kainatı, dünyayı ; tabiatta olup bitenleri inceleme, düşünme, tefekkür etme melekesini geliştirmiş ve Yaradana iman ederek ‘kulluk idraki’ne sahip Müslüman kimliğini kazanmış olduğunu anlıyoruz. Bana göre Tevfik İleri’nin üst kimliği kulluk idrakine sahip mümin olmasıdır. Bu dengeyi bulan insan huzuru yakalamıştır. Neyin nereden geldiğini, nereye gideceğini bilir...
Kulluk idrakine sahip olan neye sahip olmaz ki….
SORUMLULUK BİLİNCİ
Önce sorumluluk bilinci kazanıyor, bu bilinçle hayatın sırrını çözüyor. Kendine ve çevresine faydalı olmak için nefsini hizmetlere odaklıyor. Çalışma ve görev aşkı, coşku derecesine varıyor. ‘Nemalazımcı’ olamıyor, cesur oluyor. Doğruluk ve dürüstlük ömrünün sonuna kadar hayatına renk veriyor, fedakarlığı seviyor, vatan ve millet sevdası ile yanıp tutuşuyor, tevekkül ve Hakk’a teslimiyetle huzura varıyor. Bu bilinçle hayatın sırrına eriyor.
Şimdi bu karakteri daha iyi anlatabilmek için hayatının içinden bazı olayları alarak değerlendirmeye çalışalım.
Mühendis mektebindeki ilk yıllarında öğrenciler yemek boykotu yapıyorlar. Okul idaresi boykota katılan 7 öğrenciyi okuldan uzaklaştırıyor. Bu masum boykota verilen haşin cezayı kabul edemiyor. Adalet duygusu inciniyor.
Bu olay karşısında Tevfik İleri’nin tepkisi şöyledir:
“Bağrımızdan koparılırcasına ve haksız yere çekilip alınan bu arkadaşlarımızın acısı ve bu vesile ile bize karşı yapılan çok haksız muameleler bende haksızlıklarla mücadele etme hissini ve şuurunu yarattı. 18 yaşında idim ve o zamanlarda anladım ki, hayat sadece bir riyaziye çözmek için değildir ve insan olarak yapılacak daha birçok işlerimiz vardır.”
O güne kadar hayatın bütün zevkini riyaziye formüllerinde bulan genç Tevfik İleri; başkaları için de olsa hakkı ve haklıyı savunmaya; haksıza, zalime karşı olmaya başlıyor.
Akif merhumun dediği gibi;
“Hakk’ı bir zalime ihtar o ne şahane cihat”
Tevfik İleri 18 yaşında bu cihada başlıyor. Ömrü boyunca;
Zulmu alkışlamıyor zalimi sevmiyor
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövmüyor
Kanayan bir yara gördü mü yüreği yanıyor
Adam aldırma da geç git diyemiyor
Çiğniyor, çiğneniyor Hakk’ı tutup kaldırıyor.
LİDER KİŞİLİK – MÜKEMMEL HİTABET
Üniversite gençliği 1932 yılında Yerli Mallar Mitingi yapmaya karar veriyor. O mitingde Mühendis Mektebi adına Tevfik İleri’nin konuşma yapması isteniyor. Topluluğa hitap ettiği ilk olay budur. Oradaki heyecanını şu şekilde anlatıyor:
“ O gün neler söylediğimi tamamı ile hatırlayamıyorum. Fakat bu memleketin bir köyünde doğmuş, fakr-ü zaruret içinde büyümüş, yüreğinde her hissin üstünde milli hisleri taşıyan genç bir insanın her türlü riyadan, gösterişten, edebiyattan âri lisanı ile ve Tanrı’nın lütfettiği bir kolaylık ve heyecanla konuştum. Bir an geldi ki; her cümlem devamlı surette alkışlarla kesildi, kulağımda o günkü alkış seslerinin akislerini hala taşıyorum. Ve ben, işte o gün, Türk gençliğinin ‘Tevfik Ağabeyisi’ oldum.”
Bu hitabet gücü, ömrünün sonuna kadar kitleleri kendine hayran bırakmıştır.
Tevfik İleri, bu olaydan sonra toplum için büyük hizmetler üstlenmeye başlamıştır. Bazen Akif gibi, bazen Namık Kemal coşkusu ile haksızların üzerine atılır. Bir iki örnek vermek gerekirse;
M.T.T.B.’nin tarihinde Gençlik hareketleri içinde bayraklaşan iki olay vardır.
Vagon-li ve Razgrat olayları. Bu iki olayın kahramanı da M.T.T.B.’nin unutulmaz başkanı Tevfik İleri’dir. M.T.T.B. denilince ilk akla gelen isim de O’dur.
M.T.T.B. 1916 yılında kurulmuştur. İmparatorluğun son yılları Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yılları; harp yılları, gençliğin canını ve sesini meydanlarda dökeceği yıllar...
Üzülerek söyleyeyim ki o döneme ait elimizde fazla bir bilgi yok….
M.T.T.B. varlığını ve etkinliğini ilk defa Tevfik İleri döneminde kabul ettirmiştir. İstiklal marşı söylenirken ayağa kalkarak saygı duruşunda bulunma adeti onun zamanında başlatılmıştır.
O yıllarda Tevfik İleri diyor ki:
“Gençlik; iman, heyecan, mücadele ve kahramanlık çağıdır. Gençliğe mutlaka o hislerini tatmin edecek bir istikamet verilmelidir. Eğer gençlik başıboş bırakılırsa O, politika madrabazlarının ve satılmışların eline düşebilir. İşte bizim hareketlerimiz gençliğe en ulvi, en mukaddes heyecan yolunu göstermektedir.”
27 Mayıs öncesi ve sonrası; gençlik olaylarını hatırlayanlar bu sözlerin kehanet derecesinde olduğunu kabul ederler.
M.T.T.B. tarihinde unutulmayan Vagon-li olayı şudur:
O tarihlerde D.D.Y. yataklı vagonlarını Fransız şirketi Vagon-li işletirdi. Bu şirkette çalışan bir Türk memuru telefonda muhatabı ile Türkçe konuşurken Fransız müdürün hakaretine maruz kalır.
“Burası Fransız şirketi sen hangi dille uluyorsun. Burada konuşmalar Fransızca yapılır” der.
Bu küstahlık duyulur. Tevfik İleri, Adnan Ötügen ve arkadaşlarının içinde bulundukları gençlik hareketi ile sözde medeni Avrupalıya gereken cevabı verirler.
İkinci olay: Bulgaristan’ın Razgrat şehrinde Bulgar gençliği, Müslüman Türk mezarlıklarını tahrip ederler. Bu yaralayıcı olay milletimizi galeyana getirir. Tevfik İleri ve arkadaşları ise, İstanbul’daki Bulgar mezarlığına çiçek ve çelenk koyarak, mezar taşından öc almak isteyen barbarlara cevap vermek isterler. Şehrin Valisi aynı zamanda C.H.P. Başkanı Cevdet Kerim, bu harekete izin vermez. Buna rağmen Tevfik İleri ve arkadaşları polis barikatını aşarak Bulgar mezarlığına çiçek ve çelenklerini koyarlar. Bu asil ve vakur hareket dünyaya örnek olurken; o günün valisi ve emniyet müdürü tarafından cezalandırılır. Tevfik İleri ve arkadaşları emniyete götürülür nezarete atılırlar.
Yıl 1930, Atatürk haber alır ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü’yü çağırır, sorar.
- “Koca siyasi, bak Bulgaristan’da Türk mezarlığı sökülmüş, bizim gençlik buna karşı bir numayış yapmış ve bir kısmı şimdi nezaretteymiş. Sen bu hadiseler hakkında ne düşünürsün?” demiş.
Türk devletinin Hariciye vekilinin cevabı ibret vericidir.
- “Paşam, vatanseverlik kolay değildir. Bu gençleri mahkum edelim. Vatanseverlikten dolayı onları böylece mükafatlandırmış oluruz. Bulgar dostlarımıza da ‘biz sizinle o kadar dostuz ki bu uğurda kendi gençlerimizi mahkum ettik’, deriz ve böylece meseleyi iki cephesiyle halletmiş oluruz .”
- Atatürk’ün cevabı ise; “Koca siyasetçi, sen bu kadar anlarsın. Senin dediğin gibi yaparsak, arkamızda olan gençliği karşımızda buluruz. ”
Gerçek şu ki; milletimizi, gençliğimizi yaralayan ne Bulgar ne Yunan ne de Moskof düşmanlığıdır. Bizi yaralayan, bizi düşündüren şey; öteden beri milletin mevkilerini kullanarak, milletin ekmeği ile yaşayarak bu aziz millete ihanet edenlerdir. Tevfik İleri ve onun gibi olanların zorluğu buradadır.
Tevfik İleri bu engellerden yılmadı. İnandığını cesaretle savundu. Çevresine ve topluma lider duruşu ile örnek oldu.
BÜYÜK İDEALİST
Tevfik İleri milletimizin yetiştirdiği büyük idealistlerdendir.
Mühendis olup bir an önce Anadolu’ya gitmek için gün sayarken, hocaları Tevfik İleri’nin Üniversite’de kalmasını istiyorlar. Tevfik Bey, ailesini geçindirmek için çalışmak zorunda olduğunu bahane ediyor. Asıl maksadı; bir an önce Anadolu köylüsü ile kucaklaşmaktır. Okul müdür yardımcısı Sırrı Bey;
“Tevfik, anlaşılıyor ki sen nereye gitsen rahat durmayacaksın, cemiyet işleriyle uğraşacaksın, mücadele edeceksin. Biz arkadaşlarla konuştuk; senin bir de hukuk tahsili yapmanı istiyoruz. Tayinini Ankara’ya yaptıralım; hem maaşınla ailene bakmış olursun, hem de hukuk tahsil etme imkanını bulursun. Matematik ve hukuk bilgileri ile çok daha önemli hizmetler yapabilirsin.”
Bu teklif üzerine düşünüyor ki: “Eğer bir de hukuk tahsili yaparsam, beni derhal Ankara’da vekalete alırlar. Halbuki idealim Anadolu’da hizmet etmek, vatanı bütün çıplaklığı ile görmek, tanımak tetkik etmektir. Böyle bir teklifi kabul edersem, idealimi gerçekleştiremeyeceğim.”
O nedenle hocalarına tekrar gözükmeden Erzurum’a gider.
O yıllarda arkadaşı Necdet’e yazdığı mektupta diyor ki:
“İşte Necdet; ben bu milletin, bu çok sevdiğim milletin esas kısmını teşkil eden köylüyü görmek, dertlerini aramak, onların çaresini bulmak ve nihayet onlar için haykırabildiğim kadar haykırmak istiyorum... Ve eğer Necdet, milletime faydalı olacağımı, daha faydalı olacağımı ümit edersem, daha büyük bir selahiyetle çalışmak için, mesela mebus olmaya da çalışacağım. Her ne vaziyette olursam olayım, milletime yararlı olabilmeliyim. Onun için herhangi bir vazife başında olursam muhakkak kendi zevkim ve keyfim için vazife başına gelmiş olmayacağım.”
Bu ideal ve bu aşk; millet ve devlet sevdası, son nefesine kadar artarak devam etmiştir.
Erzurum’da Karayollarında mühendis iken okullarda fahri öğretmenlik yaptı. Eğitimin, bilginin önemine inandı. Gittiği her yerde bu önceliği dile getirdi.
Sözün burasında Tevfik İleri ile 28 yıl hayatını paylaşan Vasfiye annemizin bir hatırasını anlatalım;
“İlk görev yerimiz olan Erzurum’da bir pazar günü keşif için gittiği bir fabrikada, kendisine teklif edilen ücreti (ihtiyacı olduğu halde) kabul etmemiştir.
Tayinler, nakiller sırasında devletin verdiği ve hakkı olan harcırahları da almamıştır. İlk memuriyetinde başlattığı bu prensibi hayatının sonuna kadar devam ettirdi.
Yine Erzurum’da çalıştığı sırada Elazığ’a babamı ziyarete gitmiştik. Yıl 1939. O günlerde Çanakkale’nin Türk Ordusu hakimiyeti altına girişinin yıl dönümü münasebeti ile Halkevi meydanında bir kutlama tertip edilmişti. Tevfik’in de bu toplantıda bir konuşma yapması istenmişti. Ondan önce konuşanlar, Çanakkale’nin Türk Ordusu hakimiyetine terk edilmesine izin veren İngiliz, Fransız ve diğer İtilaf Devletleri başkanlarına minnettar olduklarını söylediler.
Tevfik sırasını beklemeden heyecanla balkona çıktı ve ellerini balkonun demirlerine dayayarak gür bir sesle, “Muhterem Elazığlılar, benden evvel konuşanlar bu günün muvaffakiyetini İngiliz, Fransız hükümetlerinin lütuf ve müsaadelerine borçlu olduğumuzu ve o hükumetlere müteşekkir olduklarını söylediler” dedi. Sesini daha da yükselterek devam etti;
“Arkadaşlar, inanmayın bunlara. Biz bu mesut günü mübarek Türk şehitlerine ve onların düşman kanına bulanmış süngülerine borçluyuz. Bunun aksini söylemekle, bu uğurda canlarını veren, evlatlarımız, kardeşlerimiz olan mübarek şehitlerimize ihanet ediyorlar.”
Bugün, eli kanlı Asala ve Taşnak hainlerinden özür dileme kampanyasını açanlar, dünkü gafletin, hatta ihanetin devamı gibi gözükmüyor mu?
Vasfiye Anne devamla diyor ki;
“ Erzurum’dan sonra gittiğimiz Çanakkale’de de şehitleri anma ve ziyaret günü tertip etti. Halkın iştiraki ile yapılan ilk anma oldu bu. Yine orada Namık Kemal’i anma gününde konuşurken, daha önce Behçet Kemal’in bir konuşmasındaki (Atatürk’ü kastederek) “Yaşayan Kemal varken ölmüş Kemal’den niye bahsedelim? sözlerine cevap olarak şöyle dedi: “Ölmüş büyüklerimize saygı göstermez ve unutursak, şimdi hayatta olanlar da aynı akıbete maruz kalırlar.”
BÜYÜK DEVLET ADAMI VE SİYASET ANLAYIŞI
Siyaset etkili hizmet etme sanatıdır. “Yiğit bin yaşar, fırsat bir düşer” sözü siyasetin içeriğinde vardır. Siyasette öyle hizmet etme imkanları doğar ki; bin insanın yapamayacağını, bin insan hayatına değen hizmeti bir kişinin yapması mümkün olur. Tevfik İleri siyaseti iyi algılayan ve doğru okuyanlardandır. Siyasetin Peygamber mesleği olduğunu bilenlerdendir.
Yozlaşmış, Ali’nin külahını Veli’ye takarak servet ve şöhret için siyaseti alet edenlerden nefret eder.
Merhum Tevfik İleri Bey’in poitikaya girişini değerli evladı aziz dostum Cahit İleri bey’in bir konuşmasından alıntılar yaparak anlatmaya çalışayım;
“Annemin aktardığına göre D.P.’ den milletvekili olma teklifi geldiğinde babam: “Allah’ım eğer siyasete girmekte şahsımıza bir şey varsa, nasip etme. Eğer hizmet edeceksek bize nasip et” diye dua etmiş. Babam da aynı günlerden şu hatırayı naklediyor: “Ben, bakmakla mükellef olduğum çoluk çocuğa sahip bir insan olarak birçok tehlikeleri mevcut olan bu mücadeleye atılırken en büyük kuvvet kaynağımı eşimde buldum. O bana yalnız şunu sordu: “Bizi Türkiye’den çıkarırlar mı? Bu olmadıkça bizi düşünme ve hiçbir şeyden çekinme.”
“1950 Mayısından 27 Mayıs 1960 darbesine kadar geçen 10 yılda babam D.P.’nin en önde gelen isimlerinden biri oldu. Milli Eğitim Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı, Meclis Reis Vekilliği ve Demokrat Parti Genel İdare Kurulu üyeliklerinde bulundu. Bu alanlarda memleketin maddi ve manevi kalkınmasına doğrudan ve dolaylı hizmet etmek imkanına kavuştu.”
Sözün burasında Vasfiye annemizin hatıralarına tekrar müraacat edelim;
“Samsun’da Bölge müdürü olduğu sırada 7 vilayetten sorumluydu. Gittiği yerlere beni de götürüyordu. Yolda gördüğümüz perişan manzaralar, insanların vergi borçlarını ödemek için yaz kış yalınayak, yarıçıplak yol inşaatlarında çalışmaları beni fazlasıyla üzüyordu. Bu yüzden Demokrat Parti saflarında siyasete girmeye karar verince onu yürekten destekledim. “Eğer bu insanları bu sefaletten kurtarabilecekseniz, ben de kendi payıma düşen her türlü fedakarlığa hazırım. Sen kendini tamamen hür hisset, bizi düşünmeden hareket et. Seninle çok mutlu bir 17 sene geçirdim. Bundan sonra bütün zamanını memlekete hizmette kullanabilmek için bizi yok farzet, rahat ol” dedim.”
“Yine Samsun’da kandil gecesi radyo dinliyorduk. Tevfik’e “Acaba bir gün radyodan o günün kandil olduğunun söylendiğini duyabilecek miyiz?” diye sordum. Kur’an-ı Kerim veya mevlüt okunması zaten söz konusu değildi.
Allah’ıma şükrediyorum ki, Tevfik ve mensubu olduğu D.P. köylüyü o sefaletten kurtardı ve radyoda kandillerde ve ramazanlarda özel programlar başladı.”
Tevfik İleri, siyaset meydanında bir yıldız gibi şavkıdı. Milletin sevgisini kazandı. O, milletini; milleti de onu çok sevdi. Bir konuşmasında;
“Milletin sevgisini alamayan, göremeyen, anlayamayan mebuslara çok acırım” ,
“Bu sevgiye ihanet etmek çok korkunçtur, buna kaniim ki; bu muzdarip ve mübarek millete hizmet edebilmek ibadetlerin en kutsi olanıdır. Benim için suçların en büyüğü, milletine ihanet etme suçudur.” demiştir.
Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay “Onun kadar kafası fikir ve proje dolu, icracı devlet adamı yakın dönemlerde görülmedi” demiştir.
EĞİTİMCİ TEVFİK İLERİ
Tevfik İleri bey 10 yıllık D.P. iktidarı döneminde 3 defa Milli Eğitim Bakanlığı makamına getirilmiştir. Zor işler, yürek isteyen çözümler, onun zamanında cesaretle yapılmıştır. Bu zor işlerin ne olduğunu anlayabilmek için 1950 öncesi durumu kısaca ifade etmek lazımdır. I. ve II. dünya harbinin hedefinde olan Türkiye, harabeye çevrilmiştir. Harp tufanı yalnız maddi enkaz değil sosyal ve siyasal yıkıma da sebep olmuştur. Moral değerleri bakımından toplumu perişan etmiştir. Bu yıkımın sahibi Avrupalı, askeri gücünü çekmiş olsa da, içimizdeki ajanları ve dışarıdan yaptıkları baskı ile kimliğimizi elimizden almak istemişlerdir. Eğitimi materyalist bir zemin üzerinde Yunan klasiklerini okutarak, sözde hümanite ile bizi avutmaya ve oyalamaya çalışmışlardır.
Bu devrede din, “afyon” diye nitelendirilmiştir. Devlet, din eğitimine sırtını çevirmiştir. 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmıştır. 1924 yılında 22 İmam Hatip okulu vardı, 1930 yılına kadar bu okullar tedricen kapatılmıştır. 1933 yılında İlahiyat Fakültesinin de kapatılmasıyla Türk çocuklarına ve Türk toplumuna dinini öğretecek hiçbir okul kalmamıştır. 1930 ile 1949 yılı arasında geçen 19 yıl ülkemizde dini eğitim yoktur.Yüce dinimiz üfürükçülerin ve din sömürücülerinin eline geçmiştir. Rahmetli Tahsin Banguoğlu, 1983’te Boğaziçi Dergisi’nde o yılları anlatırken; “cenaze yıkayacak hocanın dahi kalmadığını” ifade etmiştir.
Ben de çocukluğumda mahalle hocalarının Kur’an öğretmelerinin yasaklandığını ve camilerimizin kapatıldığına şahit olmuşumdur.
İşte böyle bir ortamda D.P. iktidara gelmiş ve Tevfik İleri bey Milli Eğitim Bakanı olmuştur. Yıldırımların başına yağacağını bile bile eğitimde moral değerlerinin vazgeçilmezliğine inandığı için ilk iş olarak din derslerini okul müfredatlarına almıştır, din eğitimi için hayatını ortaya koymuştur.
“ Bizim için yol, köprü, mektep yapmak nasıl sırf bu millete hizmet için yapılan işlerse, din bilgisini Müslüman Türk çocuklarına en müsbet şekilde mekteplerimizde vermek de tamamiyle politikadan uzak bir millet hizmetidir. Yine bu endişe ile bu milletin münevver Müslüman din adamlarına ihtiyacını karşılamak için İmam Hatip okullarını yeniden açmaya başladık. Bu mekteplerde bir Müslüman din adamı için dini bilgilerle beraber fizik; kimya, matematik ve yabancı dile kadar bütün bilgiler verilmektedir. İşte bu şekilde yetişen münevver din adamlarımız, halkın karşısına geçtiği vakit, radyo dinlemek günahtır, demeyecektir. Çünkü asıl bu şekilde söylemek dinimize mugayirdir ve günahtır. Çünkü bizim dinimiz, ‘beşikten mezara kadar ilmi arayınız’ diyen bir dindir. Müslüman Türk çocuğuna hakiki din bilgisini okullarımızda vermek ne kadar vazifemizse, din bilgisi diye ruhsatsız olarak batıl birtakım itikadlar edinenlerden korumak da o kadar vazifemizdir.”
“Milletin arzusuna rağmen hükmetmek niyetinde değiliz. Çocuklarına din dersi verdirmek istemeyen vatandaşlara hudutsuz serbesti verdik. Hiç karışmıyoruz. Ne devam mecburiyeti, ne okuma ve ne de not alma mecburiyeti vardır. Vicdan hürriyetine bundan fazla hürmet olur mu?”
Cumhuriyet tarihimizin Milli Eğitim serüveni böyle gelişti. Şimdilerde Milli Eğitim şuralarının toplandığını biliyoruz, fakat 1950 – 1951 yıllarında Tevfik İleri beyin teşviki ile toplanan Ahlak Terbiyesi Kongresi gibi bir çalışmanın olduğuna rastlayamadım. Tevfik İleri bey söz konusu ahlak kongrelerinde millet hayatı ile ilgili çok önemli mesajlar veriyor. ‘Bir milletin ayakta kalabilmesi için ve geleceğe hükümran olabilmesi için moral değerlerinin önemi’ne işaret ediyor, özellikle ahlak terbiyesini vurguluyor.
1. Ahlak terbiyesi kongresi 14.05.1951 tarihinde yapılıyor. Bu toplantıda Milli Eğitim Bakanı olarak yaptığı konuşmada diyor ki;
“Hükümet programımızın Mili Eğitim kısmında, gençliğimizin yetiştirilmesinde manevi değerlere gerektiği kadar büyük bir yer verileceği kaydedilmiştir. Bu manevi kıymetlerin en büyük bir bölümü şüphesiz ahlaki kıymetlerdir. Çocuklarımızın ahlak terbiyesine, yalnız okul çerçevesinde ele alınacak bir mesele olarak bakamayız, bugün ahlak terbiyesi meselesinin en bariz karakterlerinden biri onu cemiyet hayatı içinde mütalaa etme zaruretidir. Ferdin bütün hayatı gibi, ahlakı da cemiyet hayatına sıkı sıkıya bağlıdır.
Bu itibarla bir milletin hayatiyeti; yaşamak kudreti, bu hayatiyeti teşkil eden kıymetlerin yok edilmesine karşı göstereceği reaksiyonla ölçülmelidir.
Okul bir teknik atölye, bir fabrika olamaz. Okul, yetiştiricilik fonksiyonu olan bir terbiye müessesi ve bir ideal ocağıdır; okul, çocuğu cemiyetin müsbet hayatına hazırlayan bir terbiye istasyonudur. Bu terbiyeyi yalnız okulda değil, her yerde yaşaması lazımdır.
Kişi ne kadar ahlaklı olmak isterse istesin, devlet bu imkanı sağlamazsa, tehlikelerden kendisini koruyamaz. Şu halde ahlak meselesinin bir cemiyet ve millet hayatı içinde ele alınması lazımdır. Bunun hukuk dilinde ifadesi; adaletin tam ve mutlak hakimiyetidir.”
Einstein “ilimsiz din topal, dinsiz ilim kördür” der. UNESCO da, ‘iyi insan’ı; “Tanrısı ile, kendisi ile, ailesi ile, toplumu ile ve dış dünya ile uyum içinde olan kimse” olarak tarif ediyor. Tevfik bey ilave ediyor, “ahlaki harekette bir mana ve gaye vardır. Bu manayı bulmak için fani varlığını aşıp bir ebedi varlıkla anlaşması, onun ebedi nizam ve ahengi içinde birleşmesi lazımdır.” Merhum Tevfik İleri bey burada Mevlana gibi bir mertebe ifade ediyor.
Tevfik İleri bey çok cesurdur, hak bildiği yolda gözünü budaktan esirgememiştir. Türk Maarifine din eğitimini getiren O’dur. Bu yoldaki zorlukları cesaretiyle aşmıştır. Bir konuşmasında der ki: “hiç korkak insan ahlaklı olur mu? Çocuklarımıza vereceğimiz terbiyenin milli bir terbiye olmasında hiçbir pazarlığa niyetimiz yoktur.”
Çocuklarımıza din eğitiminin gerekli olduğuna ne kadar inanmışsa temiz Türkçe ile eğitilmesine de o kadar inanmıştır. “Dil, bir milletin milli birliğini kuracak veya yaşatacak olan büyük kuvvettir.” diyor.
Konuşmamın sonunu 27 Mayıs 1960 darbesinin acı hatıralarıyla bitireyim; yukarıda ifade ettiğim gibi 27 Mayıs darbesi Cumhuriyet tarihimizin en talihsiz olayıdır. Devletimizin ve milletimizin geleceğine ambargo koymuştur. Eğer 27 Mayıs darbesi yapılmamış olsaydı 1950 lilerde Japonya ile başlayan ekonomik ve medeniyet yarışında belki de atbaşı önde devam ediyor olacaktık. Bu konuyu üç beş cümle ile anlatmak mümkün değildir. Şu kadarını söyleyeyim ki 27 Mayıs olayını içerdeki ve dışardaki boyutlarıyla milletimize iyi anlatamadığımız sürece milletimizin bağrına sokulmuş olan hançeri çıkaramamış oluruz. Bunun için 27 Mayıs darbesini anlatan romanlara, senaryolara sinema belgesellerine ihtiyaç vardır. Bu hizmetin bir an önce yerine getirilmesi milletin hayrına olacaktır. Bu konuyu burada noktalayarak Tevfik İleri bey’in ve ailesinin maruz kaldığı acı olayları hatırlayalım.
27 Mayıs günü sabahı darbeci güçler D.P. milletvekillerini ve bakanlarını Ankara Harp okulu binasında esir alırlar. D.P. bakanlarından Samet Ağaoğlu’nun naklettiğine göre; darbecilerin Harbiye’ye topladıkları D.P.li Bakan ve Milletvekillerinin, tamamının imha edileceği, toplu olarak havaya uçurulacağı şayıası yayılır. Herkes can derdine düşer, panik hali devam ederken derin bir uyku sesi işitilir. Uyuyan kimsenin yanına varıldığında, uyuyanın Tevfik İleri olduğu anlaşılır. Arkadaşları Tevfik beyi uyandırırlar, ona böyle bir ortamda nasıl uyuyabildiğini sorarlar. Tevfik bey’in cevabı muhteşemdir;
“Ben, der, 10 yıldan beri milletin derdiyle dertlendiğim için rahat bir uyku uyuyamamıştım. Şimdi milletin emanetini üzerimden aldılar. İlk defa rahat uyuyabiliyorum. Kaderde ne yazılmışsa o olur!” der ve uykusuna devam eder.
Bir başka olay da merhum Atıf Benderlioğlu’ndan nakildir;
“Harp okulunda Tevfik İleri ikindi namazını kılmaktadır. Bir yarbay veya binbaşı gelir, manevra kıyafetli. ‘Tevfik İleri nerede?’ der. ‘Tevfik beyefendi namaz kılıyor’ derler. Tevfik Beyi tekmelemeye başlar, tekmeyi yer secdeye gider, tekmeyi yer rükûa devam eder, tekmeyi yer selamını verir, tekmeyi yer duasını tamamlar. Subay ise çılgına dönmüştür. “Be adam seni öldüreceğim, bir şey söyle” diye bağırır. Tevfik Bey ağır ağır başını çevirir; “Asıl bela, belayı gönderenden gafil olmaktır” der.
Bu manzara Yahya Kemal’in bir mısrasını hatırlatır:
Bir arslan esniyor gibi engin vakar ise
Rind’in belaya karşı kayıtsızlığındandır.
Tevfik İleri bey’in hayatı boyunca önünden altın ırmaklar akıp geçti. Harama bir defa olsun dönüp bakmadı.
Yine Yassıada’dan başka bir olay;
Önceden Yassıada mahkemeleri Tevfik İleri ve arkadaşlarını devlet malına el uzatmakla suçlamıştı, aylarca yapılan araştırmalar sonunda bu iddia boşa çıktı, hiç bir mal varlığına rastlanamadı. Tevfik İleri ve arkadaşlarının idama mahkum edilmeleri ise; ‘anayasayı ihlal’ suçlamasına göre verilmiştir. İşte bu gerekçe ile mahkum oldukları tebliğ edilince, Tevfik İleri bey hemen namaza duruyor. Oda arkadaşlarından hukukçu İzzet Akçal, mühendis olduğu için Tevfik’in bu maddenin ne manaya geldiğini anlamadığını zannediyor ve bu namazın manasını soruyor. O da; “Zalim değil mazlum olduğumuz için şükür namazı kıldım” diyor.
Yassıada’da, devletine 10 yıl hizmet etmiş devlet adamlarından, yedikleri yemeğin parasını almışlardır. Tevfik İleri bey yemek masrafını 15 yaşındaki oğlu Cahit’in ve 18 yaşındaki kızı Ayşe’nin çalışarak gönderdikleri paralarla ödemiştir.
Bu gün ise devlet, İmralı’da tutuklu bir bölücüyü beş yıldızlı bir konforla yaşatıyor. Allah milletimizi korusun, adaleti ile değil, merhameti ile bağışlasın.
10 yıl devletine gece gündüz bakanlık seviyesinde hizmet etmiş büyük bir devlet adamını anlatmaya çalıştım. Eksiğimin, noksanımın çok olduğunu biliyorum, zamana bu kadarını sıkıştırabildim. O büyük ruhtan Allah için biz razıyız, O’nun da bizden razı olmasını dilerim.
RASİM CİNİSLİ